Cıık!..
“CIIK!..”
Tatil dönüşü buzdolabı bom boştu. Hanım sabah kalktığımda”Boş boş oturma. Ev tam takır. Hem kızımız Bilgegile hem de bize Et ve Balık Kurumundan et al,” der demez harekete geçtim. Sırt çantamı aldım. Yol boyu okuyacağım Dostoyevski’nin “Öyküler” kitabını da çantamın içine koymayı ihmal etmedim.
Saate baktım: ibre yediyi gösteriyordu. Evimin ara sokaklarından Asvalt caddesine geçip;
“Eşeği saldım çayıra
Otlaya karnın doyura
Gördüğü düşü hayra
Yoranın da , “ bilmem neyine der misali ben de Tepebaşı’ndan aşağı bayıra doğru saldım kendimi.
Belediyenin arkasından dolanıp Şose caddesinin karşısına geçip Ihlamur Vadisi’ne uzandım. Hava hafif serindi. Üzerime de ince bir tişört almıştım. Evden çıkar çıkmaz yüzüme ve göğsüme vuran serin yelden üşüyüceğimi düşünmüştüm ama tempolu yürümemden sanırım sırtımda terleme emareleri hissediyordum.
Vadiyi Meteroliji Metro durağına kadar turladım. Sabahın köründe benim gibi yaşlılarla birlikte sağlıklı yaşamak için mücadele eden genç delikanlı ve kızlar da vardı. Giyim kuşamlarına baktım hemen hemen çoğu kalbur üstü tabakadandılar; göbekleri bir adım öne fırlamış, onu eritmenin çabasındaydılar. Fakirin ne işi vardı Ihlamur Vadisi’nde, sabah yürüyüşünde ve sporunda; o ekmek kavgası peşinde sabahtan akşama bir maraton misali koşturuyordu; evinde ekmek bekleyen eşi ve çocukları için…
Bu kadar yeter sanırım;zenginlik ve fakirlik edebiyatı. Tamı tamına, evden Metroya bindiğim Meteoroloji istasyonuna kadar dört bin beş yüz adım atmışım; on bine daha çok tepecek yolum vardı.
Kızılay’dan sonra Balgat’a giden otobüse binip Milli Kütüphane önünde indim. Yarım saat geçtiği halde Sincan’a Etimeskut’a giden bir otobüs gelmedi. Durakta bekleye bekleye güneşin karşısında ağaç oldum. Baktım olacak gibi değil tekrar Sincan istikametine giden metroya indim. Çok şükür aşağıda gazla beklemedim. İlk gelen metroya binip Tarım Bakanlığı istasyonunda indim. Buradan da bir üç yüz metre yürüyerek Et ve Balık Kurumuna ulaşabildim.
Giriş kapısında iki güvenlikten başka hiçbir müşteri yoktu. Daha önce geldiğimde millet kuyruğa girmek için birbirini yerdi. İçimden herhalde ete bayağı bir zam gelmişki etrafta sinek bile uçmuyordu.
Görevlilere selam verip daldım içeri. Hatta birine “Etlerden kaçar tane alabiliyoruz “ diye de sormayı ihmal etmedim. “Dörder tane alabilirsiniz “ cevabını alınca çok şaşırdım, çünkü daha önceki alışverişlerde “sadece her bir üründen ancak bir tane alabilirsiniz,” diyorlardı…
Ben de iki kıyma, iki kuşbaşı bir kaşar, bir tavuk, bir tereyağı kendime, aynısından da kızıma alıp poşetlere koydum. Bana ait ürünleri sırt çantama, kızımınkilerini de iki poşete koyup iki elime alarak otobüs durağına geldim.
Hem sırtımdaki hem de ellerimdeki yük bir hayli ağırdı. Bu yaşta da ağır kaldırmak benim için iyi değildi. Durakta beklerken yükleri kenara koydum. Beş on dakika sonra yan kenarındaki camda “Çimşit-Bilkent Metro” yazan bir otobüs önümde durdu. Güçlükle çantayı sırtıma atıp , her bir poşeti alıp otobüse daldım. Tam giriş kapısında, kartımı basmadan önce “ Şöför Bey, Kızılay’a gidiyor mu bu?” diye sordum,
Şöförün sağ gözüne güneş vurduğundan yummuştu. Öbür gözüyle de karşıya bakıyordu. Dudaklarını buruşturdu, ileriye doğru uzattı ve ağzından “Cıık!..”diye bir ses çıktı.
Tekrar sordum. Bana hiç bakmıyordu. Yine dudaklarını büzdü, ileri fırlattı “Cıık!..”dedi. Son kez “Şöför Bey, Kızılay’a gidiyor mu?” dediğim de hiç yüzünü çevirmeden karşıya bakarak dudaklarını aynı büzme hareketiyle “cıık!..” diye cevap verdi.
Ben hiç istifimi bozmadım: “Anladım Şöför, ” dedim, bey kelimesini özellikle kullanmadım bu sefer. Ardından da dudaklarımı onun gibi yaparak ileri çıkardım. Ağzımdan yüksek sesle çıkan “cıık!..” komutu ile birlikte geri vitesine taktım, sırtımdaki çanta, ellerimdeki iki ağır poşetle aşağıya indim.