NETEKİM
1983 Aralık ayının ilk günüydü. Akşamdan hafif kar yağmış, hava yumuşamıştı. Eskişehir’in merkezi Köprübaşı’ndan İktisadi Ticari İlimler Akademisine giden bulvarda yürüyordum. Yol kenarına dizilmiş lüks mağazaları seyrediyordum...
Üzerimde deri bir pardösü, boğazımda bir boyunbağı, ayaklarımda yazlıktan kalma üç-dört yıldır giydiğim hayli eskimiş ayakkabı, başımda da anacığımın pamuk elleriyle ördüğü bere vardı.
Hava fazla soğuk olmamasına rağmen ellerim cebimde vitrinlere bakıyordum. Lüks ayakkabıların sergilendiği bir vitrin gözüme çarptı. Camekânın arkasındaki albenili çeşitli renkte botları ve ayakkabıları tek tek inceledim.
Ayakkabı mağazası çok şatafatlı görünüyordu. Vitrinde ışıklar yanıp yanıp sönüyordu. Bu ışıklar insanların dikkatini çekmek içindi. Sanırım etiketlerin üzerine fiyatları yazmadıklarına göre ayakkabılar pahalıydı. “Acaba fiyatları nasıldır?” dedim içimden. İçeri girip sormadan önce vitrindeki bir bota odaklandım. ”Bu botu alırsam çok iyi olur. Önümüz kış. Ayaklarım üşümez,” diye düşündüm.
Cebimi yokladım. Yeterli param vardı. Babamın her ay gönderdiği harçlığımı PTT’den ve devletten de düzenli her ay ödenen yükseköğrenim kredi katkı payını da bankadan yeni çekmiştim.
Mağazanın kapısına geldim. Kapı kapalı idi. Kafamı yukarı kaldırdığımda: “Acar Kundura 2” yazıyordu. Demek ki mağazanın bir başka şubesi daha vardı. Benim de soyadım “Acar”. Ne tesadüf! Bundan dolayı ” Fiyatta bana indirim yaparlar mı?” diye elimi kapıya doğru uzattım.
Uzatmaz olaydım...
Kendimi birden kaldırımda boylu boyunca balık gibi sırt üstü yatar vaziyette buldum. Üzerimde de üstü başı kirli, sakalı birbirine karışmış, uzun bir palto ve koyu lacivert boğazlı kazak giymiş, kafasında da kulaklarını kapatan meşin bir şapka geçirmiş, derin derin nefes alan ve nefesi içki kokan bir ihtiyarın olduğunu, birkaç kişinin adamı tekmelediklerini gördüm. Tekmelerden bazıları da bana değiyordu...
İhtiyara atılan sopa faslı bitince üzerimden güçlükle kalktı. Kalkarken o pis koku beni çok rahatsız etmişti. Ben de “Bir saldırıya maruz kaldım,” diye, korka korka doğruldum. Kaldırımda erimeye başlamış karların ıslatmış olduğu meşin pardösümü elimle vurarak temizledim. Başım hafifçe ağrıyordu. Sağ elimle yokladığımda kafam ufacık şişmişti. Yere baktığımda da vitrinde görüp, beğendiğim ve almak istediğim çift bot yolda sere serpe duruyordu.
Kaldırımda iken yaşlı ihtiyarı tekmeleyenlerden iki çalışan, sağa sola dağılmış botları alıp içeri girdiler. İçlerinden biri de ihtiyarın boğazına yapıştı :”Öyle ders verilmez, böyle ders verilir. Bir daha, mağazamızın civarında dolaştığını görmeyeyim. Eğer yanılır, buralara gelirsen sana vereceğim ders daha sert olacak. Bunu kafana sok pis ihtiyar!” dedi, ağzında biriktirdiği balgamı da adamın suratına boca etti.
İhtiyar, gencin arkasından bakakaldı. Yüzündeki tükürükleri kirli paltosunun yakasıyla temizledi. Bir şeyler mırıldandı ama ben ne dediğini tam olarak anlayamadım. Göz göze geldik. Birbirimize ne kadar baktık hatırlamıyorum. Koluna girdim:
“Geçmiş olsun amca. Beni az kalsın öldürüyordun. Mağazadaki görevliler sana niye dayak attılar? Kusura bakma kendim de bir saldırıya maruz kaldım sanarak sana yardımcı olamadım. Bana anlatmak ister misin meselenin ne olduğunu?” dedim.
Koluna girdiğim ihtiyar put gibi duruyordu. Ne konuşuyor ne de adım atıyordu. Gözlerinden yaşlar akıyordu. “Madem konuşmayacaksın, seninle şöyle bir yürüyüş yapalım,” dedim. Bana direnmedi. Adımımı atınca o da yürümeye başladı.
Mağazanın karşısındaki Porsuk Çayı kenarında beş yüz metre ya gittik ya gitmedik, ihtiyar durdu. Biraz önce kitapçıdan aldığım elimdeki kitaplara bakarak “Netekim, anladığım kadarıyla sen öğrencisin, değil mi?” dedi.
İhtiyarın konuşmasına çok sevinmiştim. Hemen cevap verdim: ”Evet öğrenciyim. Adım Aziz. Bu sene Allah kısmet ederse üniversiteyi bitireceğim. Okulumun devam mecburiyeti yok. Hem çalışıp hem okumak istedim ama kafama göre uygun bir iş bulamadım. Sınavdan sınava buraya geliyorum.” dedim.
“Çok güzel. Buna sevindim. Eskişehir halkı beni ‘Netekim’ olarak tanır. Ben de senin okuduğun okulun ilk öğrencilerdenim, mezun olamadım. Çünkü 1960’da ihtilal olmuştu. Üniversiteler birkaç yıl önceki yıllar gibi hareketlenmişti. Bir akşam evimizin kapısını askerler çaldı. Beni alıp bir yere götürdüler. Bir hücreye kapattılar. Sorgusuz sualsiz günlerce orada yattım. Zaman zaman kim olduğunu bilmediğim kişiler gelip işkence yaptılar. Vücudumun çeşitli yerlerine elektrik verdiler. Beni devrilen iktidarın okuldaki öğrenci lideri olarak yaftalayıp, diğer öğrencilerin isimlerini vermemi istediler. Okulda bir kız yüzünden kavga ettiğim kişi beni ‘gerici öğrencilerin lideri’ diye şikâyet etmiş. Bir yıl sonra suçsuzluğum anlaşıldı.
Yapılan işkenceler kafamda arızalar bırakmıştı. Geçmiş ile ilgili bazı şeyleri hatırlamıyordum. Okuluma devam edemedim. Uzun bir tedaviden sonra aklım başıma geldi. İşsizlik, sevdiğim kıza kavuşamamak derken kendimi içkiye, kumara verdim. Babam beni evden kovdu. Yıllardır, parklarda yatıp kalkıyorum. Bana acıyan insanların verdiği üç beş kuruşla karnımı doyuruyorum,” dedi ve ellerini yüzüne kapatıp yeniden ağlamaya başladı.
Yüzünü tam manasıyla örten ellerinden tuttum. Buz gibi idi. Tırnakları ne zamandan beri kesilmemişse uzamış da uzamış, tırnak aralarında katılaşmış kirler göze batıyordu. Sakalından ve bıyığından dudakları görünmüyordu. Nasırlaşmış ellerini ağzıma doğru götürdüm. Nefesimi üfledim. Onları ovuşturdum. Biraz olsun titreyen elleri ısınmıştı. Yüzüne baktığımda bana gülümsüyordu...
“Amcacığım!” dedim; “Şimdi okuduğum üniversiteye bir iftira yüzünden devam edemediğine üzüldüm. Senin fazla yaranı deşmek istemiyorum. Yalnız bir şey öğrenmek istiyorum. Lüks ayakkabı mağazasında çalışanlar seni tekme tokat dövdüler. Yerlerde botlar vardı. Yoksa o botları çalmak mı istedin? “
İhtiyar, az da olsa ısıttığım ve bıraktığım ellerini ağzına götürdü. Elini tekrar ovaladıktan sonra “Hava soğumaya başladı. Bir kahveye gidelim. Orada anlatayım.” dedi. Ben de;
“Olur amca. İstersen şu yakında Kızılay binasının altında çok meşhur bir çiğbörekci var. Eskişehir’e gelince ben devamlı oraya giderim. Biliyorsun burada yaşayan Kırım Tatarları’nın bu milli yemeği. Çok severim. Birlikte yiyelim. Orada anlat başından geçenleri” dedim.
“Olmaz. Sen öğrencisin. Sana yük olmak istemem. Sadece çay içsek de olur. Bana ikram edecek paran var mı?“ deyince, “ Var, var! Sen o konuda endişelenme!” dedim; koluna girdim. Gerisin geri dönüp Köprübaşı’na doğru yürümeye başladık.
Altın gibi kızarmış çiğbörekleri, yayıkta yapılmış ayran eşliğinde yerken amcayı göz ucuyla izliyordum. Beş çiğböreği yemiş yutmuştu bir anda. Garsona, bir porsiyon daha getirmesini söyledim. Onu da midesine indirince oturduğu sandalyeden geriye doğru kaykılarak, elleri ile sakalını ve bıyığını sıvazladı ”Yarabbi şükür! Genç delikanlı sana teşekkür ederim. Bugüne kadar böyle lezzetli bir yemek yememiştim. Allah senden razı olsun. Benim aç karnım doydu. Şimdi sana ayakkabı mağazasında yediğim tekmelerin ve yerdeki botların hikâyesini aktarayım,“ dedi ve başladı anlatmaya.
“Netekim! Kırk yaşıma yeni bastım. Benim bu halime bakıp çok yaşlı zannetme. Hayat beni erken kocattı.
Bir ay önce idi sanırım. Bulvarda gezerken o ayakkabı mağazasının önüne geldim. Vitrinlere baktım. Bir bot çok hoşuma gitti. Eğer param olursa onu alayım. Önce kaç lira olduğunu bir sorayım. Ona göre para biriktireyim,’ diye mağazaya palas pandıras daldım,” dedi ve paltosunu eliyle gösterip “Üzerimde de şu anda gördüğün elbiselerim vardı. Mağazadan içeri birkaç adım atmıştım ki çalışanlardan biri önümü kesti. ‘Senin gibi kılığı bozuk adamlar bu mağazaya giremezler. Şu üstüne başına bak. Giydiklerinden utanmadan destursuz buraya giriyorsun. Hadi defol, sana verecek paramız yok, hadi başka kapıya,’ dedi ve beni dilenci sanarak itekledi,” deyip, amca sustu, çevresine baktı. Devam etmeyecek diye endişelendim.
“Seni itekleyen güçlü müydü?” dedim.
“Benden biraz zayıf biri idi. Ellerinden tuttum. Gücüm yetiyordu. Onu ben de itekledim. Durdu. ‘Bak çabuk buradan git. Diğer arkadaşları çağırır sana eşek sudan gelene kadar bir sopa çeker, hayatta görmediğin bir ders veririz’ dedi. Israr etmedim. Dışarı çıktım. Bu mağazanın beş yüz metre ilerisinde bir şubesi daha vardı. Orada da aynı muamele ile karşılaştım. O sırada içimden ‘Siz bana eşek sudan gelinceye kadar dayak atarak ders vermeden önce ben size bir ders vereyim de görün’ dedim.”
“Günlerce her iki mağazanın önünden geldim geçtim. Müşterilerin çok yoğun olduğu zamanları takip ettim. Her iki mağazadan da çalışanlar diğer müşterilerle meşgul iken birer çift botu el çabukluğuyla şu gördüğün paltomun arasına koyup aşırdım. Hayatta bugüne kadar hiç hırsızlık yapmamıştım. Şu anda bile düşünüyorum da o botları nasıl çaldım, diye kendime kızıyorum. Hırs efendim. Çalışanın söyledikleri gururumu incitmişti. İşte bugün de kapıdan kovulduğum, darp edildiğim, tekmelendiğim mağazaya gittim. Bana ‘Hayatta görmediğin bir ders veririz’ diyen çalışan beni görür görmez koşarak geldi. Elimdekileri gözüne sokarak: ‘Bu botlara iyi bak. Kılığımdan dolayı beni mağazanızdan kapı dışarı etmiştiniz. Aha iki tane bot. Bunları size hediye ediyorum. Nasılmış insanların kılık kıyafetine bakarak ders vermek? “diye sordum.
Ben can kulağıyla dinliyordum ihtiyar amcayı. Tabağımdaki çiğböreklere el bile sürmemiştim. Sadece ayran içmiştim. Biraz suskunluktan sonra ben hikâyenin devamını beklerken gözümün içine bakarak:
“Gerisini anlatmama gerek var mı?” dedi. Yavaşça ayağa kalktı. “Hakkını helal et,” diyerek çekip gitti bizim “Netekim ihtiyar!”
Şükrü Bilgili, Ankara,19.12.2021