sukrubilgili - HİKAYELERİM
YÜRRÜÜ

HİKÂYE

Şükrü BİLGİLİ

YÜRÜÜÜ!

Belediye otobüsüne binmiş evime dönüyordum.  Sessize aldığım cep telefonum, canı yanmış süiti gibi deri çantamın içinde titreyip duruyordu. Ayağımın dibindeki poşetlerle meşgul olduğumdan “Şimdi hangi münasebetsiz arıyorsa?” dedim içimden. Telefonun ikinci hatta üçüncü kez vızıldamasına da aldırmadım… 

Sırt çantamdan bir hafta önce kütüphaneden ödünç aldığım romanı çıkardım. Otobüste, oturacak koltuk bulursam kitap okurum. Kaldığım sayfayı açtım. Daldım satırlar arasına. Öyle kendimden geçmişim ki bir ara kafamı kaldırdığımda, ineceğim durağa gelmişim. Paldır küldür çantayı ve poşetleri kaptığım gibi soluğu yerde aldım. 

Aşağı sokakta kurulan Perşembe Pazarı’na dümeni kırdım. Beş on adım attım veya atmadım, caddenin köşesinde eşimi gördüm. Elinde bir sürü poşet vardı. Evden ayrılırken bana, “Bacıma gideceğim. Balık alırsan ben de yeşillik alayım,” demişti. 

Eşimin beni görünce sevineceğini umarken hayal kırıklığına uğradım. Asık surat, kızgın bir ses tonuyla “Telefonuna niye bakmıyorsun!” demez mi? 

Ölün mü öldürün mü!

Nerde bizde o, kazak erkeklik! 

Alt perdeden kısık bir sesle “Telefon çaldığında meşguldüm, işimi bitirince de unutmuşum, niye aramıştın?” diye sordum.

“Şükran’a uğradıktan sonra pazardan salatalık malzemesi aldım, sen alma, diyecektim. Eğer…” der demez elini tutup, “Almadım güzelim. Ben de şimdi pazara gidiyordum,” dedim. Böylece hanımın hem endişesini giderdim hem de tavan yapmış sinirlerini yatıştırmaya çalıştım. Çünkü evden ayrılırken ona cevap vermemiş, hiç oralı olmamış, para da bırakmamıştım. Asabi tavrı bundandı. “Yeşilliklerin parasını kimden aldın?” diye soracaktım ki poşetleri elime tutuşturdu. 

“Dişçide randevum var. Sen bunları al, eve git!..” 

“Emrin başım üstüne hanfendi. Başka bir arzunuz var mı?”

“Var!”

“Neymiş?”

“Kartı ver.”

Sanki bilmiyormuş ayağına yatarak sordum.

“Ne kartı?”

“Kredi kartını.”

Baktım hanım iyi gününde değil. Kibarca “Buyrun hanfendi, işte kart,” deyip yolcu ettim. Ardından “Ellerim dolu. Gelirken ekmek almayı unutma,” diye seslendim ama arabaların seslerine karışan sözlerimi duyup duymadığından emin değildim.

Emeklilerin pineklediği parkı geçip çocuk oyuncaklarının yer aldığı bölüme gelince on beşinde, siyah saçlı, güzel yüzlü, mavi eşofman giymiş tombul bir kızı salıncakta gördüm. Öyle sallanıyordu ki sormayın… Ayağı yere her değdiğinde yeniden hızlanıyor sanki havada uçuyordu. Vücudu küçüklere göre yapılmış salıncak koltuğuna sığmadığından garip bir duruşu vardı. Bir müddet kendisini seyrettim. Sonunda dayanamayıp, seslendim:

“Kızım, o salıncak sana uygun değil, küçük çocuklar için. Bak koltuğa sığmıyorsun, ağırlığında fazla, kırarsın…”  

Sözlerimi hiç önemsemedi. Gittikçe hızını daha da artırarak sallanıp duruyordu. Benzer sözleri bir daha tekrarladım ama aldırış ettiği yoktu… 

“Kızım, yazık. Bozacaksın salıncağı, bu devlet malı!”

Daha dünkü çocuk, kafasını bana çevirmeye bile gerek duymadan, “Benim vergilerimle yapılıyor. Kırılırsa kırılsın, seni ilgilendirmez!” deyince tepem attı ama ne diyeceğimi bilemedim. Herhalde babasının ödediği vergilerden bahsediyordu. Zira kendisi henüz vergi mükellefi olacak yaşta değildi. 

“Evladım, vergi veriyorum diye devlet malı kırılmaz ki! Buna hakkın yok!” dediğimde bana ne dedi biliyor musunuz? 

“Hadi bas git! Yürrüüü!”

Çevreme baktım. Hava soğuktu, parkta bu kızdan başka kimse yoktu. Yolun öbür geçesinde beyaz yaşmaklı, omuzuna siyah şal atmış, çiçekli etek giymiş yaşlı bir kadın bizi izliyordu. 

Neredeyse kırk sene devlete hizmet etmiş, maaşından çatır çatır vergisi kuruşuna kadar kesilmiş, üç kız bir oğlan babası, emekli bir ihtiyara: “Hadi bas git.” diyerek yamulttuğu ağzıyla “Yürrüüü!” diyen kıza ne karşılık vereceğimi arpacık kumrusu gibi düşünürken, duygulanıp “Terbiyesiz!” diye bağırdım.

O şekilde tepki koymam doğru değildi ama ağzımdan çıkmıştı bir kere… Hani derler ya “Dilin kemiği yok.” Doğru dilin kemiği yoktu ama bazen bıçak gibi kullanmak işe yarar diye mi düşündüm, bilmiyorum. Pişman olmuştum. “Boş ver Mülayim. Takma kafanı. Bas git evine. Sana mı kaldı kamunun malını koruyup elin çocuğunu terbiye etmek! Başına iş alma…” derken “Yürrüüü!” sözü titreyen dudaklarımın arasından dökülüverdi.

Parkı çıkmak üzereydim ki ardımdan “Sapık var!” diye bir ses işittim. “Bu ses, nereden geliyor?” diye dönüp arkaya baktım. Aman Allah’ım bir de ne göreyim! Uyardığım genç kız, salıncaktan inmiş, eliyle beni işaret ederek “Sapık var!” diye bağırıyordu…

Keçiören, 26.12.2024

Whatsapp'ta Paylaş