sukrubilgili - MAKALELER-ANILARIM
İNSAN VATANI İÇİN ÖLMELİ (Mİ?)
İNSAN VATANI İÇİN ÖLMELİ ( Mİ ?)
 
Zafer Karatay’ın yönettiği ve TRT 2’de yayımlanan “Gamalı Haç ile Kızıl Yıldız Arasında” dizinin bitiminde, Özgür Karahan bir yazısında “İnsan vatanı için ölmeli mi? “ diye soruyor.
Bana göre bu cümlede “mi” eki ve “?” işareti fazla. Bu yüzden yazımın başlığından da anlaşılacağından “İNSAN VATANI İÇİN ÖLMELİ” dedim, “Mİ” ekini ve “?” işaretini parantez içinde yazdım.
İnsan vatanı için ölenleri görmek isterse acaba nereye gitmeli?
 Gidilecek çok vatan toprağı var; bana göre öncelikle biri Anavatan’da ve bağrında iki yüz elli bin şehidi saklayan Çanakkale; yurt dışında ise dedelerimin ve ebelerimin geldiği, binlerce Kırım Tatar Türkü’nün şehit olduğu Cennet Vatan Kırım. 
Şükürler olsun ki, iki sene önce Kırım’a gitmek nasip oldu. Gerek Han Saray’ında yatan Giray Hanların mezarlarını, gerek Taraktaş’da ki şehitlerin mezarlarını gözlerimden yaşlar akarak hüzünle Fatihalarla yâd ettim. 
Anavatanımın bir parçası ve Yusuf Kartbabayımın (dedemin) düşmanla göğüs göğüsse çarpıştığı Çanakkale’ ye gidememiştim. 
Yıllardan beri içimde bir uhde kalmıştı: Çanakkale’ye gitmek ve destan yazan şehitlerimizin mezarlarını ziyaret etmek ve onların aziz ruhlarına bir Fatiha okumak. 
Çok şükür bu dileğimi de 18 Mart 2006 Cumartesi günü gerçekleştirebildim. O sabah çocukluk arkadaşım Fikri beni terminalden aldı. Çanakkale’nin merkezine doğru ilerlemeye başladık. Evine gidiyorduk. Hafif hafif bir yağmur çiseliyordu. Sahile yakın geniş bir meydanda tören yapılıyordu. Önümüzde giden otomobiller durdu, biz de durduk. Arka koltukta oturan arkadaşımın kızı küçük Ece:
 “Baba İstiklal Marşı ayakta dinlenir,” dedi ve ayağa kalktı. Marşımızı sesli okudu. Marş bitince arabamıza yol verdiler. Arkadaşım bana dönerek “Görüyor musun kızımı amcası, İstiklal Marşını hem okudu hem de ayağa kalktı. Benim kızım marşımızın tamamını ezbere biliyor. İstersen okusun mu?” dedi. 
Küçük Ece’nin “İstiklal Marşı ayakta dinlenir,” sözlerini duyduğumda ve bir de marşın tamamını ezbere okuduğunda çok sevinmiştim. “Yavrum seni tebrik ederim. Aferin sana. Bayrağımıza, vatanımıza ve milli marşımıza sahip çıkın. Gel seni bir gözlerinden öpeyim, ”dedim. Sonra da  “Hangi sınıfta okuyorsun?” diye sordum. Üç parmağını göstererek “Üçüncü sınıfta,” diye cevap verdi.
Fikri’nin evi Çanakkale Boğazı’na bakıyordu. Beş yüz metre uzaklıkta üç tane savaş gemisi duruyordu karşımızda. Her 18 Mart’ta savaş gemileri buraya çekiliyormuş. 
Balkona çıkıp, sağ tarafa baktığımda, birkaç metre ileride tel örgülerle çevrilmiş ve askeri alan yazılı yerde büyük bir al bayrağımızın nazlı nazlı korkusuzca özgürce dalgalandığını gördüm. 
Bayrağımızın hemen altında da boğazdan geçen gemilerden çok rahat görülebilecek büyüklükte beyaz renkli “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” yazısı dikkatimi çekti. 
Savaş gemilerine ve karşımda dalgalanan bayrağımıza bakarak güzel bir sabah kahvaltısı yapıyordum. Masamızda yok yoktu. Sofrada her şey vardı. Lokmalar bir ara boğazımda düğümlendi; yutamadım. “Doksan bir yıl önce siperlerde düşmanı beklerken Mehmetçiğin sabah kahvaltısında ne vardı? Onlar da zeytin, peynir, tereyağı, bal, börek, sucuklu yumurta, peynir yiyebildiler mi? Ne gezer! Karınlarını doyuracak bir kuru ekmek buldularsa ne mutlu onlara,” diye düşündüm. Şu yediğim nimetlerin sanırım hiçbiri yoktu. 
Eğer “Çanakkale Yiğitleri” ölmese idiler, bugün Çanakkale Boğazı’nın kenarındaki bu evde, bu güzel kahvaltıyı yapamayacaktım, karşımda demir atmış Türk gemilerinin yerinde yabancı gemileri hüzünle seyredecektim, sağ yanımdaki tepede dalgalanan bayrağımın yerinde de İngiliz bayrağını çekmiş gemileri görecektim. “Ruhları şad olsun şehitlerimizin. Allah onlardan razı olsun,” dedim, bizlere bu nimetleri yememize vesile olan aziz şehitlerimize içimden dualar okudum.
Bakın Milli Şairimiz Merhum Mehmet Akif Ersoy “Çanakkale Şehitleri” şiirinde 
“Vatanı için ölenlere” ne güzel seslenmiş:
 
“Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!
 
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
 
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.”
.....
 
En son dizede de:
“Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.”
 
 Evet, son Peygamber’in âğûşunu açtığı şehitler diyarını bugün Allah nasip ederse gezecektik. Havada bir hüzün vardı. Gök sanki yarılmıştı, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bulutlar bile şehitler için ağlıyordu; matem tutuyordu. 
Arkadaşım Fikri, “Şükrü şansın yokmuş, bugün hava çok yağmurlu. Seni istediğim şekilde gezdiremeyeceğime üzülüyorum. Ama yine de bu yağmura rağmen gidelim. Ne görebilirsek kâr,” dedi ve yola koyulduk.
Karşı yakaya arabaları taşıyan büyük roro gemisi ile çıktık. İnsanlar gökten yağan yağmura aldırmıyorlardı; şehitler diyarına akın akın koşuyorlardı. Tam indiğimiz sahilin karşısında bir elinde mavzeri tutan, diğer eliyle yanındaki yazıyı gelenlere okumaları için gösteren Mehmetçiğin heybetli bir resmi dimdik duruyordu. Mehmetçiğin işaret ettiği yazıda şu dizeler yazılı idi:
 
“Dur yolcu bilmeden bastığın bu toprak
  Bir devrin battığı yerdir .” 
 
Evet, bu aziz topraklarda bir devir batmıştı. 18 Mart 1915’de dünyada eşi ve benzeri olmayan kanlı bir savaş başlatılmıştı; sözde bugün kendilerini medeni toplum sayan medeniyetsizlerin dedeleri tarafından. Başlatanlar gemilerini ve iki yüz elli bin askerlerini Çanakkale Boğazı’na gömüp, arkalarına bakmadan, Anafartalar Kahramanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün dediği gibi “Geldikleri gibi geri gitmişlerdi.” Fakat Merhum Mehmet Akif Ersoy’un:
 
“Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!”
 
Dizelerinde belirttiği iki yüz elli bin Mehmetçiğin de kanına girmişlerdi ve bıyığı henüz terlememiş nice yiğitleri şehit etmişlerdi bu haksız savaşta; analar evlatsız, kadınlar dul, çocuklar yetim ve öksüz bırakmışlardı. 
İki yüz yıldan beri galip yüzü görmeyen Türk Askeri’nin “Çanakkale Geçilmez” tokadı ile sarsılan düşman kuvvetleri, Türk’ün yok edilemeyeceğini bir kez daha anlamışlardı; Anafartalar’da, Conkbayır’ında, Kilitbayır’da, Kanlısırt’ta, Arıburnu’nda, Seddülbahir’de, Kocaçimen’de, Kabaktepe’de, Alçıtepe’de, Tekkeburnu’nda, Kumkale’de, Aytepe’de, Ertuğrul Koyun’da....
Her tarafımı ıslatan yağmura rağmen bir bir gezdiğim şehitliklerde hissettiğim duyguyu, gururu, sevinci ve hüznü sizlere anlatamayacağım. Oradaki manevi havayı ifade etmede kelimeler kifayetsiz kalıyor. Ama Mehmet Niyazi Bey “Çanakkale Mahşer” kitabının giriş kısmında benim hislerime tercüman olmuş; şehitlerimize şöyle seslenmiş:
“Ve siz ey hayatlarının baharında şehâdet mertebesine erenler!.. Âlemlerin Rabbi sizler için ‘diridir’ derken destanınızı fanilerin yazamayacağına da işaret ediyor. Biz yazamasak da kanlarınızla yoğurduğunuz tepelerde rüzgâr ebediyete kadar cenginizi terennüm edecek, mahzun vadilerde sütun sütun fatihalarla yükselen mezar taşlarınızı gökler selamlayacak!..”
“Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” mısralarında övülen isimsiz Kahraman Mehmetçiklerin mışıl mışıl uyudukları topraklar üzerinde gezerken onları incitmemeye çalıştım; yere basarken ses çıkarmamaya özen gösterdim, âdeta ayaklarım havada yürüyordu ve dudaklarımda Fatihalar dökülüyordu.
Büyük haç işareti ile süslenmiş Anzakların, İngilizlerin mezarlıklarını görünce moralim bozuldu. Üzülmedim desem yalan olur. 
Her ne kadar Anafartalar Kahramanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüz:
“....Uzak ülkelerden evlatlarını savaşa gönderen analar!
Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır.. Huzur içinde ve rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır,” demişse de ben Gazi’miz kadar alçak gönüllü olamadım; içimden kızdım haç işaretli mezarların altında yatanlara; ”Bire gafiller ne işiniz vardı Türk’ün topraklarında. Binlerce Mehmet’imin kanına niçin girdiniz? Hangi yüzle hâlâ bu topraklarda yatıyorsunuz,” dedim kendi kendime...
Conkbayır’da, Anafartalar’da çarpışan 57. Alayı Şehitleri’nin defnedildiği Şehitliği gezerken bir mezar taşında: 
 
“Doğum Yeri:KIRIM
Doğum Tarihi:1892
Hüseyin Oğlu Adem
23 Yaşında.” 
 
Bilgilerini okuduğumda, dondum kaldım. 
İşte bir KIRIM TATAR TÜRKÜ de Çanakkale Savaşı’nda canını vermiş, kanı ile Conkbayır sırtlarını sulamış. Adem Kartbabayımız gibi nice binlerce Kırım Tatar Türkü Çanakkale’de destan yazdı. Pütürgeli Bilal, Yozgatlı Kınalı Murat, Ezineli Yahya Çavuş, Konyalı Mıstık, Cide’li Mehmet Çavuş, Lapsekili Ali, Kilitbahirli Yüzbaşı Hasan, Libyalı Üsteğmen Mevsuf ; Kalecikkayalı Cemil ile koyun koyuna yatıyordu Kırımlı Kartbabayımız Hüseyin Oğlu Adem...
VATANI İÇİN ÖLEN BU KAHRAMANLARIN cengini Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüz ne güzel ifade etmiş:
 
  “..Karşılıklı siperlerimiz arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına tamamen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar gıptaya şayan bir itidal ve tevekkülle, biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler, kelime-i şehadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, şaşılacak ve övünülecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki, ÇANAKKALE MUHABERESİNİ kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Ruhları Şâd olsun. Allah onlardan razı olsun.
Mekânları cennet olsun.
El Fatiha...
Whatsapp'ta Paylaş