DİLİNİ EŞEK ARISI SOKSUN!..
(Yaşanılmış bir hikaye.)
Ekim ayının son günlerinden bir gündü. Yazdan kalma bir sıcaklık vardı. Aynı sıcaklığı belediye otobüsüne bindiğimde daha çok hissettim. Klima çalışmayınca çoğunluğu beleş kartla binen yaşlı yolcular da bunalmışlardı. Sağdan soldan sesler geliyordu:
“Bu arabanın kliması yok mu?”
“Şöför Bey klimayı açar mısın?”
“Bu sıcak havada da klima çalıştırılmaz mı canım!”
Ön taraftan bir yolcu cevap verdi:
“Bozukmuş. Ondan açmıyormuş.”
Bir başkası da arkadan seslendi:
“Nasıl bozuk olur? Otobüs yep yeni!”
Yanı başımda bir eli tavandaki meşin kolçaktan tutarak ayakta zor duran kibar bir beyefendi, karşılıklı koltuklarda oturan yolculara eğilerek konuştu:
“Camı açabilir miyim? İçerisi çok sıcak oldu.”
Otobüsün gidiş istikametinin tersine oturmuş yaşlı adam:
“Açarsan çok iyi olur. Ben de darlandım,” dedi.
Cam kenarındaki yaşı yetmiş seksenleri gösteren hayli kilolu, yaşmaklı kahverengi kazaklı bir kadın da:
“Şöförün işine karışmayın. O ayarlar,” deyince camı açıp içeriye serin bir havanın girmesine vesile olacak hayırsever şahıs, söylediğine bin pişman olmuştu; hiçbirine karşılık vermedi: “Biri aç!” diyordu, diğeri ise başka telden çalıyordu.
Ben de çok havasız kalmıştım. Ağzımdaki siyah maskenin altında zor nefes alıyordum. İki gündür burun akıntısı ile öksürük bana tebelleş olmuştu. GATA’nın Aciline gitmiştim. Öksürük ve ağrılar için ilaç vermişti doktor. Onlar da derdime çare olmamıştı; ciğerlerimi söken şiddetli hapşırıklar her gün dozunu artırıyordu. Yata yata sırtım ağrımıştı; bugün kendimi dışarı atmış, havanın güzelliğini de fırsat sayarak şöyle bir gezip tozayım deyip otobüse binmiştim. Beş altı durak sonra inip Ihlamur Vadisi Parkında yürüyüş yapacaktım.
Çekirge durağında bindiğim otobüs Tepebaşı’ndan aşağıya doğru yol alıyordu. Dün akşamdan itibaren beni rahatsız eden öksürük geldiğinde “Öööö,” diye ses çıkarırken bir elimle de maskeli ağzımı kapattım.
Benim ardımdan; tepesinde dikildiğim, tek koltukta oturan orta yaşlarda, hafif sakallı, güçlü kuvvetli kolları arasında adamın tuttuğu güzel bir çocuk kafasını kaldırdı. Göz göze geldik. Sonra da şirin gözlerini ağzımdaki kara maskeye dikti. O da hemen “Öööö” diyerek hafifçe aksırdı.
Babası da:
“Oğlum, ağzını elinle niye kapatmadın? Bir daha unutma!”
“Tamam baba,” dedi sevimli kumral çocuk.
Canım o kadar kaynadı ki yavruya; babası müsaade etse, onu kucağıma alır, sıkıp sıkıp severdim; sarı kirpikleri altında ışıl ışıl parlayan yeşil gözlerinden öperdim. Alnı açık, kumral kısa saçlarını okşardım.
Babanın sevimli yavrusunu temaşa ederken o, küçük parmaklarını cama değdirerek “Baba, baba! Şelale,” diye heyacanla bağırdı.
“Evet oğlum şelale.”
“Baba, baba bak! Bir tane daha şelale.” diyerek bir üstteki kayaların üzerinden şırıl şırıl akan Keçiören Belediyesi karşısındaki akan suyu gösterdi küçük afacan.
Çok şaşırdım; küçücük bir çocuğun “şelaleyi” görür görmez babasına göstermesine. Diyeceksiniz ki “Bunda ne var?” Tane tane anlatayım. Biraz sabırlı olursanız.
Benekli pamuklu pijama giymiş yavrusuna babası deri bir montu giydirmeye çalışırken dayanamadım; eğildim, elimle adamın kıllı pazulu koluna dokundum:
“Oğlunuz kaç yaşında?”
“İki buçuk.”
“Maşallah. Bu yaşta şelaleyi biliyor. Size onu sevinerek gösterdiğine şahit oldum. Bizler bunu ancak ortaokul yıllarında öğrendik. Yeni doğan bebeler ise akıllı telefon ve televizyon sayesinde her şeyi öğreniyorlar...”
“Evet, doğru söylüyorsunuz,” dedi. Güzel sevimli oğlunun yanaklarından öptü babası.
Ortaokul yıllarımda çok Tommiks, Teksas okumuştum. Bu çizgi romanlarda yukarılardan akan suların kenarında atlarla geçen kovboyların konuşmalarından öğrenmiştim şelaleyi. Babasının şirin yavrusu ise nereden öğrenmişti bu kelimeyi bilmiyordum. Sorsa idim inanıyorum ki çocuk ondan önce cevap verirdi.
Hatırladığım kadarıyla ortaokul birinci sınıfta idim. Türkçe öğretmenimiz Sedat Bey bazen kelime hazinemiz zenginleşsin diye ders sonlarında sorular sorardı. Yine bir gün son dakikalarda “Çocuklar, yüksek kayalardan veya ırmakların yüksek yerlerinden çağlayarak akan suya ne denir?” dedi. Çevreme baktım birkaç kişi parmak kaldırmıştı. Ben de çekinerek masanın altından kolumu çıkardım. Türkçem iyi değildi. Tereddütlü elimin havada gören Hoca’mız:
“Şükrü, kalk bakalım ayağa,” dedi ve sorusunu tekrarladı.
Sıramdan doğrulurken “Hocam,” kelimesi tam ağzımdan çıkar çıkmaz, sert sözlerle :
“Hoca camide. Hoca camide. ‘Kaç kez hoca demeyin,’ dedim size. Öğretmenim diyeceksiniz. Şükrü aç bakayım ağzını,” dedi ve kara tahtanın üstünde duran külahın içindeki acı biberi dilime sürdü. Yanlış kelimeyi telafuz edenin diline biber, kara tahtaya kelimenin harflerini hatalı yazanlara da dilleriyle yalatarak sildirirdi hocamız. Ağzım yanmıştı, gözlerimden neredeyse yaş akacaktı...
Sedat Hoca’mız dine ve dini terimlere karşı alerjisi vardı. Ders içinde de bunu devamlı işlerdi. Geri kalmışlığımızı yobazlığa, dine fazla bağlı olmamızdan kaynaklandığını, batının aya gittiğini ve bizlerin hâlâ kağnı ile yük taşıdığımızı, her fırsatta söyler dururdu. Beynimizi yıkardı.
Biberin acısını yudum yudum tadarken kendimden emin olarak:
“Öğretmenim, ‘yukarılardan akarak ses çıkaran sulara şellâle denir’,” dedim.
Sınıftan bir anda kahkahalar yükseldi. “Arkadaşlarım niye gülüyorlar,” diye sağa sola bakınırken:
“Bir daha tane tane söyle evladım!” dedi Hoca’mız.
“Şellâle, öğretmenim.”
Sınıfta gülme sesleri ikincisinde daha fazla çoğalmıştı. Yanıma geldi. Kulağımdan tuttu ve burdu:
“Heceleyerek söyle!”
“Şel-lâ-le, öğretmenim.”
“Hay! Dilini eşek arısı soksun. Şel-lâ-le değil evladım: Şe-la-le. Gelecek ders sana tekrar soracağım. Bu sefer de yanlış telafuz edersen biberi iki kere süreceğim. Otur yerine,” dedi.
Dilimdeki acıdan mı yoksa bükülen kulağımın sızısından mı nerede hata yaptığımı sırama oturduğumda dahi hâlâ anlamış değildim. Gerçekten de dilimi eşek arısı sokmuştu: İki buçuk yaşındaki çocuğun çok güzel telafuz ettiği ve babasına sevinçle gösterdiği “şelale”yi, papağanın öğrendiği kelimeyi tekrarladığı gibi Sedat Hoca’mız kızarken ben de “şellâle” deyip duruyordum; sınıfta tabii olarak bana gülüyordu...
Ankara, 24.10.2023