KÖZ ÇAYI VE “MATMAZEL NORALİYA’NIN KOLTUĞU”
Grev kararı alan; yumurta üretimini durduran yaşlı bir tavuğa, ben de lokovt uygulayarak sesini kestim. Boynunu bıçakla kopardıktan sonra siyah tüylerini tek tek yoldum. Derisi de tulum gibi çıktığından ateşte ütülemedim. Su da güzelce yıkadım. Kotlan ismini verdiğimiz ocağımızda bahçede topladığım odunlar ile pişirmeye çalıştım. Üç saattir kayna babam kayna; pişmek bilmedi...
Benim gibi çok kart bir hayvanmış meğersem. En son dayanamadım. Bahçede çapa yapan kardeşime seslendim:
“Bacı, bu mahluk pişmek bilmiyor. Ocaktan alıyorum.”
“Abi, o kadar piştiği yeter. Yarin bulgur pilavı içinde de pişer. Endişelenme!” diye cevap verip beni teselli etti.
Yoksam kazanın içinde anadan uryan haşlanan tavuğun bacağından tuttuğum gibi kaldırıp atacaktım. Eğer bunu tüpte pişirseydim küçük bir tüp biterdi sanırım. Ev tavukları zor haşlanır diye duymuştum ama bu kadar da olmaz ki...
Ne ise...
Tavuğu ocaktan aldığımda kenarda eski çinko demliklerdeki sular ise göbek atıp duruyordu. Gaipten bir ses kulağıma fısıldadı: “Şükrü Bey, kaynamış hazır su var. Aklını kullan. Güzel bir çay demle. Eline de kitabını al. Ocak başında bir yandan çay iç bir yandan da kitabını oku!..”
Bu ses hoşuma gitti...
Semaverin alüminyum küçük demliğini aldım. İçine iki tutam çay attım. Ocak başında kaynayan suyu da içine boşaltım. Çayı demlenmeye kendi haline bıraktım.
On beş dakikada çay hazır oldu.
Kenarda duran bir ağaç kütüğünü ocağa yaklaştırdım. Üzerine oturdum. İnce belli cam bardağıma çayımı koydum. Peyami Safa’nın “ Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” romanını elime aldım. Sayfaları bir bir çevirirken; köz üzerinde demlenen çayımı da büyük bir zevkle yudumladım.
Son bardağa demi dökerken çaydanlığın kapağı küt diye yere düştü ve yuvarlandı. Eğildim aldım. Kenarlarına biraz toz bulaşmıştı. Elimle sildim. Kapağı tam yerine koyarken demliğin içine baktım ki çay bitmiş!..
Kaç bardak içmişim hiç farkında değilim...