sukrubilgili - MAKALELER-ANILARIM
CIBIR TAVUK
CIBIR TAVUK 
İkindi serinliğinde kümes hayvanlarını yeşil otlarda gütmek için pinlikten çıkardım. Bahçeye gidip zarar vermesinler diye de önlerine geçip bir kütüğün üzerine oturdum. İkisi horoz gerisi tavuk on iki hayvan avluda otlarken onları izliyordum. Tepesi az tüylü,  boynu cıscıbıldak bir tavuğa bakarken geçmişe dalıp gittim...
Yıl 1994…
 Büyük kızım Elif Bilge, Ayaş’taki Fizik Rehabilitasyon Hastanesine yatmıştı. Annesinin refakatinde altı ay tedavi görecekti. İkinci kızımız, yaramaz sarışın Büşra, beş yaşında, üçüncü esmer ve tombul kızım Burcu da üç yaşında idi. İkisinin de bakıma ihtiyacı vardı. Fatma halalarını Ankara’ya çağırdım. Sağ olsun beni kırmadı, çıktı geldi. 
İki hafta sonra kaynanam “Fatma; ikisine birden bakmakta zorlanır, Burcu bizde kalsın.” diyerek en küçük torununu alıp götürdü. Birkaç gün sonra bacım, “Abi, kardeşi gidince Büşra yalnız kaldı. Ağlayıp duruyor, iyice huysuzlaştı. Ben onu Alaca’ya götüreyim. Avlumuzda yeğenlerimizle oynar. Senin için de uygun ise yarın gidelim.” dedi. 
“Herhalde bacım usandı, bana söylemeye çekiniyor, ikisini göndereyim.” dedim içimden. Ertesi gün otobüse bindirdim gittiler... 
Ailemiz dörde bölünmüştü; Elif Bilge annesi ile hastanede, en küçüğümüz Kırıkkale’de kaynanamda, ele avuca sığmaz ortanca kızımız Büşra, babamın yanında; ben de evde dört duvar arasında yapayalnız kalmıştım.
Kırıkkale Alaca’ya göre yakındı. Her on beş dakikada otobüs vardı. Burcu’yu özleyince iş çıkışı gidip o gece kaynanamda misafir oluyor, sabah da ilk araba ile işime yetişiyordum... Gündüzleri işe gittiğimden tedavi sürecindeki Elif Bilge’nin ve ona refakat eden eşimin yanına ancak cumartesi pazar günleri gidebiliyordum. 
Halasıyla gönderdiğim Büşra’yı bir aydır görememiş, çok özlemiştim. Burnumda tütüyordu. Elif Bilge’yi ziyarete gittiğimde hanıma, “Burcu, Kırıkkale’de çok iyi. Aklı yetmediği için bizi fazla aramıyor. Müsaade ederseniz önümüzdeki hafta sonu Alaca’ya gidip Büşra’yı göreyim.” dedim. 
Eşim, “Çok iyi düşünmüşsün. Ben de her ikisini çok özledim. Elif’in yanından ayrılamam. Hiç olmazsa sen git, Büşra’yı gör. Bizim yerimize de yavrumuzu kucakla ve öp. Eminim o da bizi çok özlemiştir. Artık aklı yetiyor, bizi arıyordur.” dedi. 
Bir cuma akşamı iş çıkışı, son arabaya binerek Alaca’ya gittim. Kızımı doya doya öpmek ve sarılmak istiyordum. Yol uzadıkça uzuyordu. Üç saatlik yol, neredeyse yirmi saatlik olmuştu bana... Çok güzel oyuncaklar ve çikolatalar almıştım. Onları bir an önce yavruma vermek için sabırsızlanıyordum...
Eve vardığımda babam, annem, kardeşim Yusuf, hanımı ve çocukları, bacım Songül, daire şeklinde dizilmiş yer sofrasında yemek yiyorlardı.  Büşra ve Fatma halası ortalıkta yoktu. Elimdeki gıda poşetini yere koyar koymaz titreyerek  “Baba, Büşra nerede? Yoksa çocuk hastalandı mı, sofrada niye yok?” diye sordum.
“Oğlum, hele hoş geldin. Niye telaşlandın? Sofraya buyur. Hasta değil çocuk. Halasıyla geçen cuma köye gittiler.”
Çok şükür rahatlamıştım ama Ankara’dan getirdiğim iki poşetin ağırlığı bir de yavrumu göremeyişimin sıkıntısıyla her yanımı ter basmış, saçsız başımdan yanaklarıma doğru şıpır şıpır akıyordu. Annem benim bu halimi görünce “Gelin, bir havlu getir de Şükrü terini silsin.” dedi.
O gece sabaha kadar uyuyamadım. Sağa döndüm sola döndüm, gözüme uyku girmiyordu. Yastığımın yanı başında kızıma hediye olarak aldığım bebek bana bakıyordu ben ona...  Onun gözlerine baktıkça Büşra’yı düşünüyordum. İlk defa yavrumdan bir ay ayrı kalmıştım. Bu yüzden onu çok özlemiştim.
Sabah olur olmaz bir taksi tutup doğru köye gittim. Dayımların kanatlı kapısından girer girmez kızımı gördüm: Elinde bir çubuk, avludaki tavukları kovalıyordu. Beni görür görmez, “Baba baba!” diye koşarak yanıma gelip boynuma sarıldı. Ben onu öptüm o beni öptü. Sarılmış ikimiz de ağlıyorduk. Yavrucak adeta beni yalıyordu... O şekilde ne kadar durduk hatırlamıyorum. Sanki yavrumu bir limon gibi sıkıp sıkıp içiyor, bir gül koklar gibi buram buram içime çekiyordum... 
Biz kızımla aşağıda koyun kuzu gibi koklaşırken; dayım ve bacım, balkonda bize bakıp gözyaşı döküyorlardı.
Büşra’mı kucağıma alıp merdivenlere yöneldim. Yanaklarımı öpen kızım, sağ eliyle tavukları işaret ederek bana gösteriyordu. O anda tavukların içinde boynu cıbır biri dikkatimi çekti. İlk defa böyle bir hayvan görüyordum. “Allah Allah, böyle de tavuk varmış, bir yaşıma daha girdim” dedim içimden. Büşra özellikle o tavuğu işaret ediyor ve “Baba baba!” deyip duruyordu. “Yavrum baban geldi. Niye hâlâ “baba baba” deyip duruyorsun, desem de kızım eliyle o garip hayvanı işaret ediyordu...
Merdivenden çıkıp dayımın elini öperken “Büşra, şu tavukların içinden birini işaret ederek ‘baba baba’ deyip duruyor. Buna bir anlam veremedim.” dedim. 
Bunun üzerine dayım, “Hele Şükrü yeğenim, hoş geldin, şöyle otur da onun neden “baba baba” dediğini anlatayım.” dedi. Ardından gelini Hafize’ye seslendi. “Şükrü’ye soğuk bir ayran getirin, yoldan geldi. Hava çok sıcak, yanmıştır yeğenim, hararetini kessin.”
Büşra, iki eliyle beni kucaklamış, bırakmıyordu. Fırsat buldukça da yüzümü öpüyordu. Can parem o kadar özlemiş ki hiç ayrılmak istemiyordu.
Buz gibi soğuk ayranı yudumlarken,  dayım ayağa kalktı. Balkonun tahta trabzanlarından tuttu. Eliyle Büşra’nın işaret ettiği tavuğu gösterdi.
“Büşra ilk geldiği gün avluda oynuyordu. Biz de burada çay içiyorduk. Biraz sonra aşağıdan “Baba baba!” diye seslenişini duyduk. Herhalde Şükrü geldi de Büşra ona bağırıyor, diye düşündüm.  ve kanatlı kapıya doğru baktım. Bir de ne göreyim. Büşra, boynu cıbıl tavuğun peşine düşmüş. Tavuk kaçıyor o kovalıyor. Bir yandan da ‘Baba baba!’ diye bağırıyordu. Kapıda seni göremeyince evdekilere, ‘Görüyor musunuz, çocuk babasını özlemiş. Bizim boynu cıbır tavuğu babasına benzetmiş, onu yakalamaya çalışıyor’ dedim. Hepimiz de hem güldük hem de çok üzüldük. 
Dayımı dinlerken gayriihtiyari kızımı sımsıkı saran kollarımdan biri boynuma gitti. Elime hiç tüy gelmiyordu. Büşra kızım haklıydı; her ne kadar ensemi göremesem de  belli ki cıbır boyunlu tavuğa benziyordum!
22.06.2022
Whatsapp'ta Paylaş