IRAKLI TÜRKMEN BALASI!..
Nisan ayının soğuk bir günüydü. Eşim ve oğlum salonda televizyon seyrediyorlardı. Ben de mutfakta kitap okuyordum. Eşim, saat dokuza doğru yanıma geldi:
“Şükrü sabah yürüyüşüne çıkmayacak mısın?”
“Bir ara balkona çıktım. Hava çok soğuk. Öğleden sonra düşünüyorum.”
“Bilge’nin Yurt İçi Kargoya gönderilecek paketleri var. Öğleden sonraya kalırsa cezaya girer. Hemen gitmen gerek”
Bir alt katta oturan Kızım Elif Bilge, internet sitesinden Oriflame kozmetik ürünleri satışı yapıyor. İki kilometre uzaklıktaki kargoya paketleri de ben götürüyorum. Emeklilik hayatımızda bu vesile ile hem kızıma yardımcı oluyor hemi de yürüyüş yapıyorum.
İçişleri Bakanı Eşim’den “Hemen gitmen gerek” talimatı gelince “Emredersiniz. Üstümü giyip yola revan olayım” dedim.
Beş dakika içinde hazırlandım: Altımda gri eşofman, üstümde siyah ince yünlü bir tişört; onun da üzerinde beyaz ince bir mont, kafamda beyaz şapka, ayağımda da griye çalan spor ayakkabı vardı.
Özellikle sokağa çıkacağım zaman eşim giyinişime müdahale ediyordu. Otuz sekiz yıl devlet memurluğunda her gün takım elbise giymekten, kravat takmaktan bıkmıştım. “Emeklilikte özgür giyineyim” dedim ama birilerinin “Emeklilikte Yaşa Takılanlar(EYT)” gibi ben de hanımın “ŞIK” giyinme hastalığına takıldım. Bugün de aynısıyla karşı karşıya kaldım.
“Hanım, yürüyüşe çıkıyorum. Çokta temiz giysilere gerek yok. Terliyorum. Zaten kirlenecek. Dün Alaca’dan gelirken üzerimdeki eşofmanımı giyeyim “ desem de “Hayır olmaz. Yıkayan benim. Sen dediğimi yap.” dedi ve beni yukarıdaki giysilerle donattı.
Damattan paketleri aldım; üçü ağır, ikisi ise hafifti. Hepsini bir poşete koymuşlardı. “Tunç, yürüyerek götüreceğim. Sen bir poşet daha ver. İkiye ayıralım. Taşıması kolay olur.” dedim. O da “ Olur” dedi. Damatta yurtdışına internetten kitap satışı yapıyor. Onun da kargosunu arabamla Kızılay’da PTT şubesine hafta iki kere götürüyoruz. Yani sizin anlayacağınız bedava amme hizmeti yapıyorum.
Yurtdışı Kargo oğlumun okuduğu Ceceli Okuluna yakındı. On dakikada gittim. Kargonun önünde sıra sıra arabalar dizilmiş, görevliler telaşlı telaşlı sabah dağıtacakları paketleri araçlarına yerleştiriyorlardı. İki aracın arasından geçip paketleri ilgiliye teslim ettim.
Havada hafif güneş vardı ama gelene kadar her iki poşeti tutan ellerim donmuştu. Sanırım yüksek dağlara kar yağmıştı. Bu ayaz oralardan geliyordu. Kargoyu teslim edince bir kilometre uzaklıktaki amcam oğlu Sürmeli’ye gidecektim. Ona Alaca’dan gönderilen bir emanet verecektim. Gözüm kesmedi. Çünkü üşümüştüm. Eve dönmeye karar verdim.
Yolu yarıladığımda küçük mukavva kutunun içine koyduğu poşeti taşıyan bir çocuk yanıma geldi.
“ Abi, hayırlı ramazanlar. Simitim var.”
“Oruçluyum. “
“Abi, Allah kabul etsin. Kusura bakma.” dedi ve yürümesine devam etti.
Yedi veya sekiz yaşlarındaki çocuğa göz attım. O da benim gibi ince gri renkli bir tişört, altına da eşofman giymişti. Siyah ayakkabıları içindeki ayaklarında çorap yoktu. Zayıf, çelimsizdi. Üfürsen yıkılacak gibiydi. Saçları asker traşı idi. Burnunun ucu soğuktan kızarmış, konuşurken üşüdüğünden mi bilmiyorum hem sesi hem bedeni titriyordu.
Konuşması, ses tonu çok hoşuma gitmişti. Doğulu bir çocuğa benziyordu. Arkasından seslendim. Koşarak geldi.
“Kaç simitin var?”
“Abi hepsi simit değil. Poğaça da var.”
“Tanesi kaç lira?”
“Üç lira.”
“Say bakalım.”
Çocuğun sevincine diyecek yoktu. Heyecanlı heyecanlı kutusunu yere koydu. Poşetini açtı. Bir, iki, üç , dört.... diye saymaya başladı. Tam simit, poğaça olmak üzere on tane idi. Kargocuya elli lira vermiştim. Para üstü geri otuz lira iade etmişti. Tam denk geliyordu. Çıkarıp parayı uzattım. Aldı. “ Allah bereket versin.” dedi. Her iki yanağına sürtüp cebine koydu.
“Abi istersen bir de sen say” dedi. Poşeti uzattı. Göz ucuyla sayarken:
“Evladım sen nerelisin?”
“Abi Irak Türkmeniyim”
“Şu verdiğim paraları geri ver.” dedim. Çocuk mosmor oldu. Eli titriyordu.
Elime aldığım otuzların üzerine bir elli lira daha koydum. Poşeti teslim ettim.
“Şimdi bu paraları alıyorsun. Doğru pazara gidiyorsun. Ayağına bir çorap alıyorsun. Simit ve poğaçalarını da satıp harçlık ediyorsun. Anladın mı beni” dedim.
Türkmen balasının gözlerindeki ve yüzündeki mutluluğu görmenizi isterdim.
“Abi Allah senden razı olsun. Hemen gidip yukarıda Salı pazarından çorap alacağım.” dedi. Simit kutusunu kaptığı gibi sevine sevine gitti.
Beş adım yürümemiştim ki içimden “parayı yüz liraya tamamlayayım “ dedim ve geri döndüm. “Simitçi, buraya gel “ diye bağırdım. Çocuk koşarak geldi. “Şu paraları ver. ” dedim.
Hiç tereddüt etmeden cebinden çıkarıp uzattığında biraz önce sevinçli halinden eser yoktu. Seksen lirayı omuzumda asılı çantama koydum. İçinden bir yüz lira çıkardım. Türkmen balasına uzattım. Gözleri tekrar ışıl ışıl parladı. Ağzı kulaklarına kadar gitti geldi. Gülüyordu. Müsaade etsem beni neredeyse öpecekti.
“Allah hayrını kabul etsin abiciğim.” dedi.
Tekrar çorap almasını hatırlattım. Zıplaya zıplaya “Simit var. Simit var” diye yoluna devam etti. Ben de eve geldim. Eşime ve oğluma olayı anlattım. İkisi de nerede ise ağlayacaklardı...
Kargoyu öğleden sonra götürse idim Iraklı Türkmen balasının gözlerindeki ve yüzündeki mutluluğu asla göremeyecektim.
Soğuk bir nisan sabahında yavrumuzun yüzü gülmüş, bizim de bir nebze olsun yüreklerimiz ayaza rağmen ısınmıştı...