BABAMDAN KALAN ALET, EDEVAT VE EŞYALARIN HİKAYELERİ!..
1) ANADUT, YABA VE DİRGEN!..
Şimdi “ Nerden çıktı bu anadut, yaba ve dirgen ?” diyenleri duyar gibiyim...
Nereden çıktığını anlatayım tane tane sizlere!..
Sonra da “anadut”un, “yaba”nın ve “ dirgen”in gelmişine, geçmişine ve geleceğine şöyle kuşbaşı bir göz atalım... Yıllar öncesine bir zaman yolculuğu yapalım...
Ne dersiniz?..
İsterseniz hikayemize başlamadan önce “anadut”u, “yaba”yı ve “ dirgen”i bir tanıyalım; Nedir? Ne değildir? Ne işe yarar?
Çünkü bu iki aletin adını ne işleve yaradığını bilmeyenler olabilir... Yeni nesil ise sanırım hiç görmemiştirler; yıllar önce çiftçiye faydalı olan bu aletleri...
Anadut, “ Ekin ve ot demetlerini arabaya yüklemeye ve harmanı aktarmaya yarayan uzun saplı, üç dişli, ahşap araç,”; yaba da, “ harman savurmakta kullanılan, çatal biçiminde , tahtadan tarım aracı,” dirgen de “ Genellikle harmanda sapları yaymaya yarayan demirden, çatallı bir tarım aracı, diren” diye açıklamış; Türk Dil Kurumu Sözlüğü...
Birkaç gündür babaocağına diktiğim rengarenk güllerin çevresini; örtmemimizin altında babadan kalan delme takma, eğri büğrü çıtalarla, kazıklarla koruma altına alıyorum.
Yani sizin anlayacağınız meşhur çiftliklerde nostalji görünümlü “çit!” yapıyorum. Uygun olan çıtaları güllerin çevresine çaktıktan sonra biraz daha çıtaya ihtiyaç duydum. Sağdan soldan çıta bakmaya başladım. Görünür yerlerde bulamadım. Aklıma bahçe sınırları içinde rahmetli babamın yaptığı ahşap evlerin çatılarına bakmak geldi.
Önce tavuklarımın kümesi üzerinde küçük bir çatı vardı. Oraya yöneldim. Bir merdiven dayadım. Yukarı çıkıp baktığımda işime yarar üç tane biri uzun ikisi kısa çıtalar, kenarda arzı endam ediyordu. Onları aşağı attım. Çatının kenarında da babadan miras kalma “anadut”, “yaba” ve “dirgen “ duruyordu.
Hüzünlü bir bakış attım; bu asırlık tarım aletlerine...
Rahmetli babam bu anadutla nice ekin , arpa ve otları toplayıp çok sayıda öbek öbek yığınlar yaptı. Bu yığınlarda çocukluk arkadaşlarımızla çok güzel oyunlar oynardık. Yığınların dibinden tüneller kazar, saklambaç oynardık. Tepesinde lastik top gibi zıplar, paranteler atar, dombalak aşardık. Sapları yatırdığımız için zaman zaman babamızın bağırması ile kaçar saklanırdık...
Rahmetli babam harmanda ekin, arpa ve otları yine anadutla veya dirgenle dağıtırdı. Sonra da atlar, öküzler ile büyük bir daire şeklinde yere serdiği sapların üzerinden döveni dolap beygiri gibi gezdirirdi...
Ekinleri yemesin diye öküzlerin, atların ağzına torba veya kafes şeklinde bir alet takılırdı... Öküzleri hızlandırmak için arkadan dürtülen ucu sivri öndere, atların sırtına vurulan kamçıyı şimdi ki gibi hatırlıyorum...
Ekin, arpa sapları ve otlar, dövenin altına çakılmış bıçak gibi keskin “çakmak taşlar” ile küçük parçalar halinde kesilerken, bir yandan hayvanlarımızın kışlık samanları ve kesmik dediğimiz (ekin saplarının sert kısımları) kışlık yakacağımız oluşurken, bir yandan da buğday başaklarından taneler ayrışırdı.
Çocukluğumuzda harmanların kenarlarında dövenin altındaki “çakmak taşları”ndan dökülen taşlar olurdu. Onları bulduğumuzda çok sevinirdik. Çakmak taşlarını birbirine hızlıca çarpar ateş çıkarırdık. “Benimki seninkinden daha fazla ateş çıktı,” diye arkadaşlarla yarışırdık. Özellikle gece karanlığında çakmak taşlarından ateş çıkarmak ayrı bir zevkti. O çocuk aklımızla şunu söylüyorduk birbirimize: “ İşte arkadaşlar, dövenlerin altına çakılan sert çakmak taşları, buğday, arpa saplarını doğradığı gibi sigara içenlerin çakmaklarındaki ateşlemeyi yapan kırmızı renkli taş; bu çakmak taşından yapılıyor,” derdik.
Harmanda dövenlerle sürülen saplar, çatıda gördüğüm yaba ile önce saman haline gelene kadar aktarılır; sonra da tam saman kıvamına gelince harmanın orta yerine toplardı rahmetli babam. Poyraz rüzgarın esmesini beklerdi birkaç gün... Kuzeyden esince poyraz rüzgar; babam sabah akşam demez yabayı, o koca yığındaki saman ile deneyi ayırmak için daldırır, havada savururdu içi buğdaylı samanları ; ekin taneleri ağır olduğu için yere dökülür, samanlar ise rüzgarın etkisiyle birkaç metre iliride toplanırdı.
Ekinler torbalara doldurulurdu; samanları da atların , öküzlerin koşulduğu çetenlerle kapımızın önüne taşınırdı. Yol boyu tren kompartmanları gibi dökülen samanları, babam yine yaba ile çatının deliğinden içeri atar, ben de babamın attığı samanları çatının sağına soluna bir başka yaba ile veya ellerimle istif ederdim. Annem, ağabeyim Aslan , ablam ve bacılarım da bir kenarda çuvallara samanları doldururlardı... Çuvala konan samanlar birer birer merdivenle çatıya taşınırdı.
Çatılarımıza samanları tıka basa doldururken ağzımız gözümüz , vücudumuz hep saman olurdu. Zaman zaman boğazımıza kaçan ince saman tozlarını gerinerek çıkarmaya çalışırdım...
Çiçeklere çit yapmak için çıta aramak için kümesimizin üzerindeki çatıya çıktığımda anadutu ve yabayı görünce; işte gördüğünüz gibi geçmişe daldım gittim...
Baba zoru ile o yıllarda yapılan bu işler şimdi modern tarım aletlerle, günlerce değil, bir kaç saat içinde biçerdöverler ile ekinler, arpalar saplarından ayrıştırılıyor; saplarını da balya halinde paketleyip kenara bırakıyor.
Biçerdöverler ilk çıktıklarında balya yapmıyordu. Arkasından sapları öbek öbek bırakıyordu. Bizler de biçerdöverin arkasından sapları anadutla, dirgenle toplar yığınlar yapardık. At arabaları, kağnı ( daha sonraki yıllarda traktör ) ile saplar evimizin bir kenarına taşınır; sonra da patos deden bir alete anadut veya dirgen ile içine atarak saman yapardık...
Patosa attığımız saplar makinanın öbür ucundan saman olarak savrularak çıkar, öbek öbek yığınlar oluşurdu... Patosa sapları düzenli atmak gerekti; ne fazla ne eksik!.. Fazla attığınızda veya içinde büyük taş olursa patosun kayışı atar, onu takmak için bir zaman geçerdi. Potosun kayışını attırdığımda ise rahmetli babam bana çok kızardı:
“Oğlum, sapları düzenli ve dikkatli at. Kayış attırma. Patos saati ücretli çalışıyor. Her kayış arttırdığında bizim keseden gidiyor. Adamın biri anadutla patosa sap atarken aleti dişlilere kaptırmış. Adam elindeki aracı bırakmadığından patosun içine düşmüş ve param parça olmuş, aman dikkatli ol!..” diye beni uyarırdı rahmetli.
İşte bu yüzden hiç durmadan dikkatli bir şekilde patosa sap atardım. Anadutla sapı yerden alıp yukarıdan patosun içine bıraktığımda zaman zaman bağırsaklarımın ağrıdığını hissederdim; sanki koptu kopacak gibi idi... Yorulduğum zaman ya babamı ya Aslan abimi ya da ablamı çağırır, biraz dinlenirdim...
Bizlerin çektiği bu çileli hayatı, yeni nesil ve genç çiftçiler yaşamıyor. Ya biçerdöverlerin ya da traktörlerin balyaladığı sapları; makilerle saman haline getirilip hayvanlara yem olarak veriliyor şimdi... Geçenlerde köyümüze gittiğimde gürültü çalışan bir aletin sesini duyunca “ Bu ses neyin nesi ?” dediğimde, Dayım “ Torunlar balya saplarını saman yapıyorlar” demişti...
Bu sene çok kurak geçtiği için ilçem Alaca’da bazı yerlerde arpalar, buğdaylar boy vermedi ve hiç ürün olmadı... Rahmetli babamdan miras kalan Kızkaraca yolu üzerindeki Tilki Deliği mevkisindeki tarlamıza ortak arpa ektirmiştim. Ortakcım Ellez:
“ Şükrü Abi, arpada hiç boy ve başak yok. Tarla yanmış .( Çiftçiler bu tabiri kullanıyor) . Tarlayı süreceğim . Ne diyorsun?” demişti. Ben de:
“Madem ürün yok. Sür, “ demiştim. Bu sene benim gibi birçok çifti tarlaları hep sürdüler...
Rabbim bizleri kuraklıkla, açlıkla terbiye etmesin...
Amin...
Devam edecek...
bizim köyde anadut dediğinize adanat diyorlardı.
selam ve saygılar