KAYGANA
BİR CİVCİVİN KATİLİ İDİM!..
Bu sabah kahvaltısına tavuklarımın yumurtasından yaptığım tereyağlı kaygana...
Çocukluğumda anacığımın gurk tavuğunun altından bir yumurta alıp “kaygana“yapmıştım. Bu olaydan sonra “kaygana“ yapmamaya karar vermiştim. Bugün bu korkumu çok şükür yendim. “Kayganayı yaparken çocukluğumda yaptığım “kayganayı hatırladım.
İşte onun hikayesi” Bir civcivin katili idim ben!...”
Evimizin çatısına yumurtlayan tavukların yumurtalarını yiyen bir şey dadanmıştı.Annem çatıya yumurta almak için her gittiğinde yumurtaların kırıldığını ve yenildiğini görmüş. Annem bir gün babama:
-Herif tavukların yumurtalarını bir şey yiyiyor. Ne yapayım? demişti. Babamda:
-Yumurtaları kim yiyebilir ? Takip edelim, demişti.
Günlerden hangi gündü hatırlayamıyorum.Babam çatının kenarında gizlenmiş, yumurtayı yiyeni yakalamak istiyordu. Biraz sonra koskocaman bir kedi kuyruğunu o yana bu yana sallaya sallaya tavuğa doğru geldi.Tavuk kediyi görünce can havliyle çatıdan aşağı uçar vaziyette atladı. Babam elindeki teliz torba ile üzerine atıldı. Kediyi yakalayıp torbanın içine koydu. Babam torba ile çatıdan indi.
-Baba torbada ne var? diye sorduğumda :
-Kedi var. Ben bunu Salakhaneye götürüp azıtayım, dedi. Çuvalın içindeki kedi "miyav miyav" diye bağırarak çırpınıyordu.
-Öldürecek misin bu kediyi baba dedim? Babam:
-Yok balam bir zamanlar kavurmalarımız yiyen bir kediyi böyle torbanın içine koyup sopa ile döve döve öldürmüştüm. Bu kedi her gece rüyama gelip yüzümü, gözümü tırmaladı. Bana rahat vermedi. O gün bugün hayvanları öldürmemeye karar verdim. Bunu da öldürmeyeceğim, dedi ve çuvalı sırtına vurduğu gibi Salakhane’nin yolunu tuttu.
Salakhane, İlçemizde Çorum yolu üzerindeki Demirci köprünün biraz aşağısında hayvanların kesildiği mezbahanenin bulunduğu yere denirdi. Buralarda başı boş kopek ve kediler dolaşıyordu. Mezbahanede kesilen hayvanlardan atılan parçaları yiyerek karınlarını doyuruyorlardı.
Babamın Salakhaneye bıraktığı kedi iki üç gün sonra tekrar evimize geldi. Babamın "azıtma işi" işe yaramamıştı. Üç kilometre uzaklıktan evi nasıl bulmuştu kedi ? Çok şaşırmıştık. Babam kediyi tekrar yakaladı. Merdivenin yanında torbanın ağzını tam bağlarken kedi kurtuldu. Babam kedinin arkasından bir taş attı. Kedinin kafasına değdi ve öldü. Babam çok üzüldü bu olaya.
Kedimizin bir hırsız arkadaşı daha vardı.Yumurtaları sadece o yemiyordu. Bu hırsızın dört ayağı yoktu; iki ayaklı küçücük bir çocuktu. Babam, annem iki ayaklı hırsızdan hiç mi hiç haberleri olmadı. Sadece ben biliyordum bunun kim olduğunu.
Kim miydi ? Tabi ki ben...
Babam inşaatlarda çalıştığından öğle yemeğine eve gelmezdi. Çalıştığı ev sahibi çoğu kere yemeğini verirdi.Vermeyenler olursa kendisi çarşıdan bir somun ekmek birazda helva veya reçel alarak karnını doyururdu.
Somun ekmeği, fırınlarda meşe odunu ile pişirilen yuvarlak, çok güzel pişkin bir ekmekti. Evimizde genelde annemin tandırda yaptığı yufka ve bazlamaları yerdik. Bir misafirimiz geldiğinde çok nadir olarak sabah kahvaltılarına somun ekmeğini fırından alırdık.
Babamın yanında bazı zamanları ben de çalışırdım. Öğle olmasını dört gözle beklerdim. Babam bana para verir :
-Git iki somun , şu küçük tasın içine de iki yüz gram reçel ya da helva satın al, der , beni bakkala gönderirdi.
Bakkallar, gül reçelinin koyulduğu küçük teneke kutularını kenarından açar; getirilen tasın darasını alır; istenen gram kadar reçel koyup tartar, parasını alırdı.
O yorgunluğun üstüne sıcak somun ekmekle reçeli ve helvayı yemek çok hoşuma gidiyordu. Evimizde gül reçelini, helvayı ve somun ekmeği göremediğimizden bu yiyeceklere bayılıyordum.
Babam yaz oldumu köylere çalışmaya da giderdi. Birkaç ay eve dönmezdi. Annem de pancar çapasına, pancar kesmeye veya nohut yolmaya gittiğinden öğleleri çoğu kez evimizde yemek yapılmazdı. Okuldan eve geldiğimde kardeşlerimle ne bulursak yerdik.
O yıllarda şeker, çay da çok kıttı. Bir çok evde çay ve şeker bulunmazdı. Zaman zaman babam eve küp şeker, toz şeker ve çay alıyordu. Küp şekerle babam "kıtlama çay "içerdi.
"Kıtlama çay "da çayın içine şeker atılmaz, şeker ağızda bekletilir ya da ucundan az ısırılır, üzerine çay içilirdi.
Sadece akşamları eve misafir gelirse ona çay yapılırdı, çocuklara çay verilmezdi.
Sabahları devamlı çorba pişirilirdi. Sabah kahvaltımızda annemizin yaptığı çorbalar şunlardı: toyga aşı, yayla çorbası, anışka, düğül çorbaları.
Orta okul son sınıfına doğru annem çorbanın yerine çay yapmaya başladı. Her halde çay ve şeker o yıllarda bollaşmıştı. Yalnız babam sabahları çay içmiyordu; O eskisi gibi çorbaya devam ediyordu. Çorbasız kahvaltı yapmıyordu.Bir gün babama:
-Babacığım sabahları niçin çay iç miyorsun? dediğimde,
-Oğlum ben bedenen çalışıyorum.Çay benim karnımı doyurmuyor. Sabah sabah sıcak çorbayı içtiğimde kendimi daha iyi hissediyorum. İşime dört elle sarılıyorum, demişti.
Annem küp şekerleri bizlerin bulamayacağı yerlere saklardı. Genelde yatakların konduğu "yüklük" dediğimiz yere koyardı. Bazen yerini değiştiriyordu. Ama ben annemin sakladığı şekerleri evin altını üstüne getirerek sonunda bulurdum.
Elime bir bazlama alarak çaldığım şekeri babam gibi "kıtlama "yaparak ekmekle yerdim. Bir bazlamadan bir de küp şekerin ucundan azıcık dişleyerek karnımı doyururdum. Bazı zamanları da tereyağının, tereyağı bulamazsam süzme yoğurtun üzerine toz şeker sererek yerdim.
Şekerin saklandığı yerden çalındığını annem tespit ettiği zamanlar akşamları dayak yemekten kurtulamazdım. Her seferinde dayak yememe rağmen bazlama ile şeker yemekten vazgeçmedim. Fırsatını buldukça şeker çalmaya devam ettim.
Şeker bulamadığım zamanlar çatıya çıkar yumurta çalar, " kaykana" yapardım. Kaykananın nasıl yapıldığını annemden görmüştüm. Annem her zaman bize tembih ederdi "Ocağı yakmayın.Yangın çıkarırsınız" diye.Ama annemi hiç dinlemiyordum. Boyumda ufak olduğundan ocağa zor uzanıyordum.Önce tavayı ocağın üzerine koyup ateşi yakmaya çalışıyordum. Ocağı yakarken çok zorlanıyordum. Gazı açar açmaz kibriti hemen yakamadığımdan gaz kokusu eve yayılırdı. Korkudan daha kibriti çakamadan gazı geri kapatırdım.
Ocağı yakmayı becerdiğimde ise, kızgın tavaya tereyağını koyduğumda "cız.cız.cız" diye yağlar havaya sıçrardı; geri çekilirdim. Yağ eriyince yumurtaları birbirine vurarak kırar;kızgın yağın üzerine "foşşş" diye yumurtaları bırakırdım. Yumurtaları iyi kıramadığımdan kabukları bazen tavanın içine düşerdi.Yufka ekmeğin arasına dürüp yerken kabuklar ağzıma gelir, yere tükürürdüm...
Kaykana yapmam, en son çatımızda yatan bir "Gurk Tavuk"un altından zorla çaldığım yumurta ile sona erdi. O yaşlarda Gurk Tavuğun yumurtalar üzerinde niçin yattığını bilmiyordum. Gurk tavuğun altına elimi uzattığımda hayvan "Gurk "Gurk" diye gagası ile elimi didikledi; ama ben yine de bir yumurtayı altından çalmıştım. Keşke almaz olaydım. Gurk Tavuğun yumurtası zorla kırılmıştı ve kırar kırmazda kötü bir koku yayılmıştı çevreye. Yumurtanın içinden de henüz olgunlaşmamış civcivin parçaları tavaya düşüvermişti. Hemen ocağı kapattım. Tavanın içindekilerini götürüp çöpe döktüm.
O gün bugün "kaykana yumurta" yerken (hatta dün akşam görev yaptığım Malatya’da tabaktaki kaykanayı mideme indirirken) içim hep cız eder; çünkü "Bir civcivin katili idim ben."