2-HABABAM SINIFI’NIN DEĞİL; BİZİM SINIFIN ŞABAN’I!..
“Biz kimleriz?“ “Devrimci gençleriz!..”
Alaca Nedim Tugaltay Ortaokulu 1/E sınıfında dersimize giren ve sınıf öğretmenimiz olan Sedat Eroğlu Hocamız yakışıklı, çok şık giyinir, beyaz tenli, güzel konuşan biri idi. İstanbullu idi sanırım. Türkçe dersimize giriyordu. Benim de Türkçe dersim zayıftı. Bu yüzden de beni sevmezdi. Genelde Türkçe dersinden iyi not olan öğrencilere daha fazla ilgi gösteriyordu.
Sedat Hocamız, o yıllarda yeni filizlenen bir fikir hareketi olan devrimciliğin neferlerinden biriydi yani iyi bir solcu idi. Sınıfımıza girmeden Sınıf Başkanımız Abbas, dikkat çekerdi. Kırk kişilik sınıf başkanın dikkat çekmesi ile askerler gibi aya kalkar esas duruşta beklerdik.
Sedat Hoca sınıfın ortasına gelince “ Biz kimleriz?” diye yüksek sesle bağırırdı. Bizler de o gür sesimizle “ Devrimci gençleriz!” diye bağırırdık. Sesimizi yoldan geçenler ve aşağıda yeni açılan okul binasında ders yapan öğrenciler duyardı.
Eğer “ Devrimci gençleriyiz ” sözü cılız çıkarsa veya bunu söylemeyen tespit ederse kitaplıkta honi şeklindeki bir kağıdın içindeki acı biberi dilimize sürerdi. Bu acı biberi sınıf başkanına aldırmış, kitaplıkta öğrencilerin diline sürmek için bekletiyordu. Kara tahtada yazdırdığı cümlede hatalı kelime ve harfi kulağımızdan tutarak yalatarak sildirirdi.
O yıllarda bizim körpe beyinlerimize “ Devrimciliği” zerre zerre işliyordu Sedat Hoca. Henüz biz “devrimcilik, solculuk, milliyetçilik, ülkücülük” gibi kavramlara tam aşina değildik.
Sedat öğretmenimiz devrimciliği ve solculuğu gereği “Hacıdan hocadan” nefret ediyordu. Ağzında “ Yobaz, gerici, mürteci” kelimeleri hiç düşmezdi, Ülkemizin geri kalmışlığını dine dayandırıyordu. “Eller aya gidiyor , biz yolda yaya yürüyoruz” diyordu hatta sınıf duvar gazetesine o yıllarda Ay’a çıkan bir uzay aracı ile kağnı arabasını yan yana resmini çizdirip astırmıştı. Fırsat buldukça o resimleri göstererek Türk Milleti’nin geri kaldığını, unun sebebinin de din olduğunu, milyonlarca paramızın haca gidenlerin pis Araplara yedirildiğini, yobazların ilerlemeyi engellediğini dillendirir dururdu. Ondan öğrenmiştik “ Çağdaşlık, ilericilik, gericilik, yobazlık” kelimelerini...
Daha sonraları Sedat Hocanın bu hareketlerinden rahatsız olan birileri kaldığı okulumuzun yanındaki öğretmen ve öğrencilerin kaldığı pansiyonda darp etmişlerdi. Eli yüzü bantlı olarak derslere girmişti. Sopa olayından sonra fazla durmadı ilçemiz Alaca’da...Öğrencilere en çok kullandığı kelime “apostrof” du. Hata yapan öğrenciye hep “ apostrof” diye hitap ederdi. Sarısüleyman köylü zayıf, ince, uzun ve zor yürüyen bir arkadaşımız vardı;sanırım adı Süleyman’dı; O’na da “Hattusas” lakabını takmıştı.
Sedat Hoca, ikinci parmak kaldırmamda “Birinci dönem beş zayıfım var. Bu dersleri kurtaracağıma ve teşekkür alacağıma Yılmaz Kut öğretmenime söz verdim. Ne olur benim sıramı değiştirin” sözlerimden mi etkilenmişti veya Yılmaz Hocamız mı söylemişti bilmem; sonunda Aslan Doğan ile Şaban’la beraber oturduğum yerimi değiştirmişti.
“Hababam Sınıfı’nın İnek Şabanı” değil bizim 1/E sınıfının Şaban’ı bana bu sıra değişikliğimi anlattığında 1967-1968 yıllara daldım gittim...
Şaban’ın söyledikleri bire bir doğru idi. Ben Arslan Doğan ile ikisinin ortasında sosis gibi iki ekmek arasında sıkışmış kalmıştım. Her ikisi de hiç ders dinlemezlerdi. Birbirlerine ve bana hep futbol maçı anlatırlardı. Ben de onlara uymuştum. Aslan anlatınca yüzümü ona çeviriyordum ; Şaban anlatınca da Şaban’a dönüyordum. Sanki pinpon topu gibiydim. En arka sırada da olduğumuzdan öğretmenler bizi duymuyordu. Her gün dersten sonra oynadığımız futbol topundan yorgun düştüğümüz için akşamları gaz lambası altında da ders çalışmak işime gelmiyordu. Bunun neticesinde orta birinci sınıfın birinci devresinde eve “beş comba “ getirmiştim. Biz zayıflara hep “Comba” derdik... Birbirimize de “ kaç comban var?” diye sorar , gülüşürdük...
O yıl on beş tatilde Zile Caddesi’nde gezerken Yılmaz Kut hocamızla karşılaşmıştım. Bana hemen derslerimi sormuştu. “Beş zayıfım var “ deyince, çok şaşırmıştı ve hemen kulağımdan tutup yavaş yavaş üfelemeye başlamıştı. Derste ilkende ya burnumdan tutar ya da kulaklarımı sıkarak severdi beni. Sonra gözlerimin içine bakarak:
“Şükrü, ikinci dönem Şaban ile Aslan’ın sırasından ayrılacaksın. Onlarla top oynamayı keseceksin. Başka bir sıraya, başka arkadaşının yanına gideceksin. Derslerine çalışacaksın. Beş zayıfı kurtaracaksın. Teşekkür alacaksın. Sen çok zeki bir çocuksun. Cin gibi birisisin. Benim dersimden on alıyorsun. Benden on alan çocuk diğer derslerden de on alır. Bana söz veriyor musun? Söz verene kadar kulaklarını üfeleyeceğim. Eğer söz vermezsen haftaya Abinle Futbol maçımız var. Ona söyleyeceğim.” dedi.
Yılmaz Kut Hocam Fransızca dersimize giriyordu. Ağabeyim Tatar Satılmış ile Alaca Gençlik’te zaman zaman top oynamıştı. Abimin futbol arkadaşı idi. Bu yüzden beni sınıfta çok seviyordu. Bana Halil Cesur Hoca gibi “ Cin” diyordu. Çok mükemmel ders anlatıyordu. Fransızcayı Yılmaz Hocamızın sayesinde çok sevmiştim. Dediği gibi Fransızca üç yazılım ve sözlüm hep ondu.
Derste öğrenci uyuduğu zaman Yılmaz Hocamız cebinden bir çelik jilet çıkarır, sınıfımızın tahta tavanına şırak diye saplardı. Tavan hocamızın jiletleri ile süslenmişti. Bizler bu “şırak” jilet sesi duyar duymaz irkilir, uykudan uyanırdık. Hala uyanmayan olursa elindeki tepeşiri nişan alır, tam alnının ortasından vururdu. Sonra da çok güzel bir fıkra anlatır ve ardından derse geçerdi.
İşte benim hayatımda kırılma noktalarından biri Yılmaz Hocamın beni Aslan Doğan ve Şaban’la birlikte oturduğumuz sıradan ayrılmamı ve derslerime çalışmamı teşvik etmesi idi. Ben de Yılmaz Hocama verdiğim sözü tuttum. En ön sırada Ali Enc’in yanında oturarak öğretmenlerimi çok dikkatlice dinledim. Ali Enc’te de futbol hastalığı vardı ama Aslan Doğan ile Şaban kadar değildi. Geçen yıl Ali Enc’le karşılaştığımızda sıra değişikliğini O’da Şaban gibi benzeri ifadelerle anlatmıştı.
Akşamları gaz lambasının altında derslerime harıl harıl çalıştım. Rahmetli babam , o yıllarda gaz yağı kıttı ki gece ben ders çalışırken “ Oğlum, gaz lambasını söndür. Erken kalk. Öyle ders çalış “ derdi. Ben de mecburen ders çalışmayı bırakır, gaz lambasını söndürür; uykuya dalardım. Gün ışımadan kalkar okula gidene kadar derslerime çalışırdım.
İkinci dönem gayretli çalışmamın sonunda zayıf olan beş dersimi kurtardığım gibi teşekkürü de hakettim. Yılmaz ve Sedat Hocalarım sene sonunda beni tebrik ettiler. “ Aferin. Verdiğin sözü tuttun. Bundan sonraki eğitim ve öğretim hayatında aynı tempo ile çalışmaya devam edersen hayatta başarılı olursun” dediler.
Hocalarımın dediği gibi ben de yer değişikliğinden sonra bir çalışma aşkı oldu ki sormayın. Orta iki ve orta üçüncü sınıfları hep takdirle geçtim. Orta üçüncü sınıfta rahmetli Coşkun Arslan arkadaşımla birincilik için yarıştım. Türkçeci Sedat Hocayı sevmediğim için Türkçe dersinden on üzerinden beş alarak geçtim ve ortalamamı düşürmüştü bu ders. Bu yüzden de ortaokul bitirme sınavlarında birinciliği rahmetli Coşkun Arslan’a kaptırmıştım. Şu da bir gerçekti ki rahmetli Coşkun Arslan benden bir tık zeki idi. Coşkun Arslan arkadaşımın ve bizlere Fransızcayı sevdiren ve benim öğrencilik hayatımı değiştiren Yılmaz Kut Hocamın mekanları cennet olsun. Allah rahmet etsin.