sukrubilgili - BABAM, ANNEM VE AKRABALARIMIN HAYATI
OT YOLMA!...

OT YOLMA !...

Anacığımın hayatında, benim aklımın erdiğinden beri, “OT’un” ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bir asra dayanmış ömründe “OT’suz” günü olmamıştır sanırım. Ömrünün şu son günlerinde de bizimle birlikte “ot” yoldu.

Bir haftadır bahçemizi bir kanser gibi saran “otlarla” ağabeyim Aslan’ın takviye kuvvetiyle bir savaş veriyoruz. Bahçemiz büyük olduğundan arkada kalan kısmı korona yüzünden ekememiştik. Burada yetişen otlar ister inanın ister inanmayın gövdesi ve kökleri ağaçlaşmış, kazma ile kökünden sökmek için kanter içinde büyük bir mücadele veriyoruz. Diğer sebzeler arasındaki otlar ise toprağın da yumuşak olması ile kolumuzla tuttuğumuz gibi çıkarmamız kolay oluyor ama biraz önce bahsettiğim alandaki otları yolmak abimi ve beni haşat (!) etti desem, palavra sıkmamış olurum. 

Aslında Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Ot : Bitki biliminde,  toprak üstündeki bölümleri odunlaşmamış yumuşak kalan, ilkbaharda bitip bir iki mevsim sonra kuruyan yeşil bitkiler “ diye tanımlamış. Bunu yazan bilim adamı bizim kökünden çıkardığımız , odunlaşmış otları görüp yazsa idi , bu tanımdaki “ odunlaşmamış” ifadesini çıkarır, “.... toprak üstünde odunlaşmamış yumuşak kalan veya odunlaşmış sert kalan...” diye yazardı Ot’u. Ayrıca eskiden “ Zehir, ilaç” anlamında kullanılmış ot ismi ve argo olarakta “esrar” anlamına gelen esrarlı bir kelime imiş ; bahçemizdeki bizim anamızı ağlatan: şu OT!...

Ot ile ilgili bilimsel açıklamadan sonra gelelim anacığımın hayatında çok yeri olan ot meselesine...

Dün, Ağabeyimle bahçemizdeki odunlaşmış otları kazma ile kökünden sökerken anacığımız yanımıza geldi.“ Bu ne biçim bahçe. Her tarafı ot sarmış! Böyle bahçe mi olurmuş?“ diye sitemkarı bir ifade ile ; bacım Fatma ile birlikte bu sene ektiğimiz, koronadan dolayı da otlarını temizleyemediğimiz ve  sanırım ot yüzünden iyi bir ürün alamadığımız bahçemizi beğenmedi. Yine de dayanamadı yanımıza geldi, oturduğu yerden eliyle küçük otları yolarak bize yardım etti.

Anacığım otları yolarken geçmişe daldım gittim. 

Rahmetli babam yoğurtu çok severdi. Yoğurt soframızın baş yemeği idi. Rahmetli sofraya yoğurt konulmazsa “ Balalar, katıknı ketirin ( Çocuklar , yoğurtu getirin.) derdi. Kırım Tatar Türkçesinde yoğurta “ katık” denir. 

Anam’da, babam da Kırım Tatar Türk’ü olduğundan evimizde hep Tatarca konuşulurdu. Rahmetli babam yoğurttan yapılan ayranı da çok severdi. Evde yemek olmazsa bir tasın içine ayranı koydurur, kuru, ıslatılmamış bir araba tekeri büyüklüğündeki gevrek yufka ekmeği ayranın içine doğrar, kaşığı sallar; ben de O’nun bu iştahlı yeyiyişini hayretler içerisinde seyrederdim. Bu yüzden babam ömrünün sonuna kadar ahırımızda hep büyük baş hayvan baktı. Soframızda da katığımız, tereyağımız, çökeleğimiz, peynirimiz ve ayranımız hiç eksik olmadı...

İşte , ahırımızdaki bu hayvanlardan çok süt, yoğurt, tereyağ, çökelek ve babamın bayıldığı ayranı elde edebilmemiz için  hayvanların “ OT” a ihtiyacı vardı. 

Anacığım, bahçemizin kıyısında, köşesinde otları kesip hayvanlara yedirmesine rağmen yeterli gelmiyordu. Evimizin arkasında öz dediğimiz çayın kenarındaki otları da yolardı. Bu da yetmezdi. Komşumuz  rahmetli Çavli dediğimiz Ramazan Sağancı ‘nın anası “Kırdıran “ abla ile iki kilometre uzaklıktaki Kanlı Bostan mevkine gider, oradan yoldukları  iki çuval otu sırtlarına ipler ile bağlayıp getirir hayvanlara ikram ederlerdi. 

Bir gün bu otları sırtlarında getirirken dinlenmek için oturmuşlar. Yanlarında götürdükleri Kırdıran ablanın oğlu Çavli, ot çuvallarının üzerine binmiş, anam ve Kırdıran abla yerlerinden kalkamamışlar. Ben de zaman zaman anacığımla ot yolmaya gittim. Küçük bir çuvala konan otu sırtıma bağlanan sicim ile zorlana zorlana getirdiğimi çok iyi hatırlıyorum. 

Şimdi ilçemizde pancar, nohut, mercimek tarlalarında Urfalıların, Suriyelilerin yaptığı işleri; mahallemizdeki kadınlar ücret karşılığına gider, pancarların kafasını keser, nohut ve mercimeği yolarlardı. 

Şimdi ise bu işi Urfa’dan ve Suriye’den gelenler yapıyor, mahallemizin hanımları da evlerinde oturuyorlar; kapılarının önünü dahi süpürmüyorlar. İşte benim anacığım da pancar tarlalarına, nohut tarlalarına, mercimek tarlalarına çok gittiğini hatırlıyorum. Akşam dönüşte de iki veya üç çuval hayvanlarımıza o yoğun çalışma arasında ot yolar getirirdi. 

Anacığım, rahmetli babamla sabah namazından önce kalkar, namazlarını kılar , doğru ahıra giderlerdi. Babam anamın bir gün önce getirdiği otları hayvanlara verir, sularını içirir ve altlarını temizlerdi. 

Anam da hayvanları sağar, eve gelir ; önce sütü süzer , sonra da ocakta kaynatırdı. Süt kaynarken babamın ve bizim yemeğimizi hazırlardı. Sonra da pancara, mercimek ve nohut yolmaya giderdi. 

Babam inşaat ustası idi. O da gündeliğe veya kabala bir iş aldıysa oraya giderdi. Anacığım akşam gelir gelmez doğru ahıra girer, hayvanlara bakar, sütlerini sağar, sonra da akşam yemeğinizi hazırlardı. 

Akşam yemeği pişerken anacığım bahçeye geçer, kuyudan kovalarla suyu çeker, ağaçları veya bitkileri babam işten gelene kadar sulardı veya bahçenin otunu temizlerdi. Akşam yemeğinden sonra da  yayığa koyduğu yoğurtu yayar, yağ ve ayran yapardı.

Ablam, ağabeylerim ve ben büyüyünce anacığımıza ve babacığımıza yardım ettik. Bizlerin sayesinde yükleri biraz hafifledi. 

İşte bu çileli anacığımın  “ Ot” hikayesi rahmetli babam vefat edene kadar, hiç aksamadan böyle devam etti.

Whatsapp'ta Paylaş