(Soldan ikinci ütülü pantolonlu Merhum Halit Yılmaz)
14 Ağustos 2004 tarihli “Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi”nin “Sağlıklı Hayat” sayfasında “Sigara kanserin sorumlusu” başlığını görünce hemen okumaya başladım. Bu yazıda önemli bulduğum birkaç cümleyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Dünyada en sık görülen kanser türü olan “akciğer kanseri” çok sessiz ilerliyor. Sigara içen herkesin
akciğer kanseri riski altında olduğunu bilmesi gerekiyor. Akciğer kanseri dünyada en sık görülen kanser
türü olarak biliniyor ve bütün kanser türlerinin 1/8’ini oluşturuyor. Konuyla
ilgili görüştüğümüz SSK Süreyyapaşa Göğüs Kalp ve Damar Hastalıkları Eğitim
Hastanesi Göğüs Cerrahisi Bölüm Şefi Doç. Dr. Semih Halezeroğlu, 'Eğer hasta ağzımdan kan geliyor, omuzum
ağrıyor, sırtım ağrıyor, zayıflıyorum gibi şikâyetlerle gelirse bu durum
hastalığın ilerlediğini gösterir.' dedikten sonra ' “hastalığın
en önemli sebebi sigaradır. Sigaranın miktarı ve kaç yıldır içildiği de
önemlidir. Ayrıca sizin içtiğiniz sigara değil, sizin yanınızda sigara içilmesi
de aynı şekilde etkiliyor.' diyor.”
Rahmetli Sevgili Halit arkadaşım sadece bana değil; hangi
arkadaşı yakalasa; kahvede, evde, sokakta, balık tutmada nerede olursa
olsun “Omzum, sırtım çok ağrıyor. N’olur
biraz şu omzumu ve sırtımı ov” derdi. Gerek ben gerekse arkadaşlarımızın
hiçbiri Halit'i kırmazdık; arkasına
geçer, iki elimizle hem omzunu hem de sırtını iyice bastıra bastıra bir tellak
gibi ovardık. Bizler ovdukça rahatlardı ve derin bir “Ohhh” çeker, sonra da gözlerimizin içine
bakarak “omzumun ve sırtımın acısı bir
nebze geçti.Allah sizden razı olsun “derdi.
Gerek ben gerekse sırtını ovan diğer arkadaşlarımız bu
ağrıların bir “akciğer kanser”
belirtisi olduğunu bilmediğimizden Sevgili Halit arkadaşımızı hiç uyaramadık.
Sadece analarımızdan babalarımızdan duyduğumuz gibi “Halit senin bu ağrıların
yel ya da kuluç.” der geçiştirirdik.
Demek ki Doç.Dr. Halezroğlu’nun dediği gibi arkadaşımızın “akciğer kanser” hastalığı hayli ilerlemişti o yıllarda. Canı sağ olasıca her şeye çok titizdi; giyimine, kuşamına, saçının taramasına, potininin boyasına çok önem verirdi ama sağlığı için doktora gitmeye çekiniyordu ya da korkuyordu. Ütüsüz pantolon giymezdi, kirli ve lekeli elbiseyi hiç üzerinde taşımazdı, devamlı arka cebinden taşıdığı aynasını ve tarağını çıkarır, yolun ortasında olsa dahi saçlarını ortadan ayırarak itina ile tarardı; saçları ince ince simsiyah tel gibiydi.
Gezmeyi çok severdi. Sanırım Alaca'mızda gezmediği sokak,
adım atmadığı cadde yoktu. Hızlı yürürdü. Onunla gezenler hayli yorulurdu.
Alaca’nın bir alt başından girdi mi bir başka başından çıkardı. Yürürken de
sigara içmeyi ihmal etmezdi. Yüzmeyi de çok severdi. Ne zaman evci barajına
balık tutmaya gitsek, hemen elbiselerini çıkarır, büyük bir zevkle yüzerdi,
sonra güneşlenirdi; hatta bir gün evci barajında karşıya yüzerek gitti, orada biraz dinlendikten sonra
tekrar yüzerek geldi. Bizler o gün çok
korkmuştuk; barajın ortasında kalır, geri dönemez diye....
Halit arkadaşımız
her cuma çarşıda ise saat on birde eve gelir, banyosunu yapar, iç çamaşırlarını
değiştirir, yeni çoraplarını ve ütülü pantolonunu giyer camiye ter temiz gelirdi. Camiye girmeden önce
de güzel kokular sürmeyi ihmal etmezdi.
Tam bir İstanbul Beyefendisiydi kerata....
Temizliğe çok önem verirdi. Temizlik konusunda hattinden
fazla titizdi. Hatta bir gün ahşaptan
yapılı evlerine gittiğimizde annesi sevgili arkadaşımızdan dert yanmıştı. O
çilekeş annesi “Halit yok mu Halit” deyip, başını sallamıştı, belli ki
arkadaşımızdan pekte memnun değildi, ” Bunun temizlik hastalığı beni öldürdü.
Giydiği çorabı bir daha giymiyor. Giydiği gömleği bir daha sırtına takmıyor.
Elbiselerini her gün ütülettiriyor. Her gün iç
çamaşırlarını yıkattırıyor. Usandırdı bu deli oğlan beni. Keşke evlense
de kurtulsam” deyip dert yanmıştı.
O yıllarda
çamaşırlar çamaşır makinesinde değil de elle yıkanırdı, ütülerde elektrikli
ütülerde değil kömürlü ütülerle yapılırdı. Bu yüzden anası dert yanmakla çok
haklı idi.
Bir ara tayinini Milli Eğitim Bakanlığı'na çıkarmıştı.
Belli bir yıl öğretmenlikten sonra oda benim gibi masa memuru olmuştu.
Ankara'ya geldiği yıllarda bir anaç tavuk gibi Alacalı arkadaşları; Halil’i,
Adem’i, Hasan’ı ve beni her cumartesi
Ulus'ta topluyordu; dörtlü kare tamam olunca da kahveye gidip okey oynuyorduk
ya da Ankara’nın güzel yerlerini geziyorduk.
Zaman zaman evime
davet ediyordum Halit'i. Hatta eşim
Kırıkkale’ye gittiğinde telefonla “Halit eşim babasına gitti. Bu
cumartesi ve pazar bizim eve gel”
dediğimde koşa koşa gelirdi.Eve gelir gelmez hemen pantolonunu çıkarır düzenli
bir şekilde katlar bir kenara koyar, pijamalarını giyerdi; ütülü pantolonu ile
oturmayı hiç sevmezdi. Bana evde hiç yemek yaptırmazdı; kendisi yapardı, bende
sofra kurmaya yardım ederdim. Yemekten sonra çay demler sabahlara kadar sohbet
ederdik.
Eşim Kırıkkale'ye birkaç günlüğüne gittiğinde bulaşıkları yıkamazdım; üst üste bulaşıkları
koyar, eşimin eve gelmesine kadar bekletirdim. Tabi ki bulaşıklar kokardı. Eşim
gelince de bana kıza kıza bulaşıkları
yıkardı.
Halit arkadaşım da
bulaşıkları biriktirdiğime çok kızardı. Eğer evde bulaşık varsa hemen
mutfağa girer onları yıkar, evi de elektrikli süpürge ile temizlerdi. Eşim eve
geldiğinde evi pırıl pırıl bulduğunda ”Ooo bakıyorum da bulaşıklar yıkanmış. Ev
de ayna gibi parlıyor. Yine bu hafta eve Halit geldi değil mi?” diye
sorardı. Ben de “Nerden bildin
?”dediğimde “Nerden bileceğim; bak bulaşıklar yıkanmış. Ev dağınık değil. Her
taraf süpürülmüş. Bunu yapsa yapsa Halit yapar. Bu temizlik senin işin
değil.“derdi.
Eşim bile Halit'in temizlik hastası olduğunu anlamıştı.
Alaca’da özel eğitime muhtaç çocukları okutuyordu. Birkaç
kere Ankara’ya özel eğitim ile ilgili kitaplar almak için yanıma gelmişti.
Elinde bir yazarın ev adresi vardı. Bana “beni oraya götür” demişti. Wosvosumla
Bahçelievler'deki yazarın evine götürmüştüm, özel eğitime muhtaç çocukların
eğitimi ile ilgili bir çok kitap satın almıştı.
Kendisine: “Bu kadar kitabı sen kendin için mi yoksa okul
için mi alıyorsun? “ dediğimde,”Hayır kendim için alıyorum. Bu çocukların
çoğunun zeka düzeyi düşük. Ayrıca aralarında bedensel engelli, işitme engelli
çocuklarda var. Bu çocukların anneleri ve babaları da çocuklar sırf okusunlar
diye değil de ‘hiç olmazsa evimizden beş altı saat uzaklaşıyorlar. Bizlerde
birazda olsun rahat ediyoruz. Bu yüzden okula gönderiyoruz.” diyorlar.
Okul idaresi de bu çocukları tamamen gözden çıkarmış ve
“Bana ister bunlara bir şey öğret ister öğretme. Yeter ki bu çocukları kırk beş
dakika sınıfta tut. Gerisine karışma. Zeka geriliği olan bu çocuklara okuma
yazmayı çok zor öğretirsin. O yüzden kendini fazla hırpalama ‘ diye tavsiyede
bulunuyorlar. İnan Şükrü çocuklara baktıkça üzülüyorum. Onlara bir şeyler
öğretmeye çalışıyorum. İşte bu kitapları onlar için kendi param ile alıyorum.”
demişti.
Hatırladığım kadar 1989 yıllının bir akşam vakti Berber Cemal telefonla beni
evimden aradı.Sağdan soldan konuştuktan sonra
Berber Cemal “ Şükrü “dedi , “ Biraz önce benim dükkanda Halit’le
oturuyorduk. ‘Sırtım ve omzum ağrıyor . Şükrü’ye bir telefon edelimde bana Ankara’dan bir ortopedi doktoru ayarlasın’ diyor. Ne
diyorsun sen bu işe.’ Ben de:“Cemal Halit yanında mı?” dedim, “ Yanında ise
telefona verir misin? Onunla konuşayım.”
dedim. Berber Cemal telefona Halit arkadaşımı verdi. Kısa bir hoşsohbetten
sonra :
“Halitciğim, seni spastik engelli kızım Elif Bilge’yi
götürdüğüm ortopedi doktoruna götürebilirim. Ama önce sen Alaca’da ki
doktorlara bir görün. Hastalığını söyle. Onlar hangi doktora veya hangi
hastaneye git derlerse sen oraya git. Baştan aşağıya kendini bir rektefeye sok.
Haberini aldım; tebrik ederim, nişanlanmışsın. Allah bir yastıkta kocatsın.
Hani bize yıllardır evlenemedim diye kızıp duruyordun. Hatırladın mı? 'Beni
evlendirmeniz, bana kız bulmadınız' diye
nerdeyse arkadaşlıktan silecektin bizleri... Bak her şeyin bir vakti
saati var. İşte seninde nişanlanma saatin bu zamanmış. Tekrar seni tebrik
ederim. Yarından tezi yok hemen Alaca’mızdaki doktorlara ya da Çorum’daki
doktorlara görün. Sonra beni ara. Ona
göre sana doktor araştırayım” deyip, telefonu kapatmıştım.
Herhalde o günlerde Alaca'mıza iyi bir doktor gelmiş.
Sevgili Halit Arkadaşım hemen ertesi gün sevk alıp, hastaneye gitmiş.
Doktora ” Yıllardır omzunun ve sırtının
ağrıdığını” söylediğinde , Doktor
”Sigara içiyor musun?” demiş. Halit arkadaşımız da “Sayın doktor bey 1985 yılına kadar içiyordum.
Ama 1985 yılından bugüne kadar içmiyorum. “ diye cevap vermiş.
Doktor başka soru sormamış, sevk kağıdının üzerine “İbni
Sina Hastanesine sevki uygundur” yazısını yazmış, Sevgili Halit arkadaşımıza da
dönüp “Hiç zaman kaybetmeden doğru bu hastaneye git. Hemen tedavi ol.” demiş.
Halit arkadaşımız doğru İbni Sina Hastanesine gidip
muayene olmuş. Doktorlar birçok filimler çekmişler, kan testlerine bakmışlar,
sonun da akciğerinden bir parça alıp, onkolojiye tetkik için göndermişler.
Onkolojiden gelen raporda “arkadaşımızın
akciğer kanserine yakalandığı ve hastalığının da hayli ilerlediği” yazılı
imiş.
Birçok ilaçlar yazıldıktan sonra hastaneden Alaca’ya
umutsuz bir şekilde dönmüş Halit arkadaşımız. Verilen ilaçları belki faydalı olur diye kullanmaya başlamış. O
sırada kansere ilaç buldum diye medyada meşhur olan Doktor Ziya Özel'in kanser
ilacıda bulunup, içirilmiş. Ama hastalık
çok ilerlediğinden verilen ilaçların
hiçbirin faydası olmamış...
Arkadaşımız gün be gün anasının , kardeşlerinin gözleri önünde
bir mum gibi eriyordu. Ölmeden bir hafta önce ziyaretine gitmiştim. Yer
yatağında uzanmış boylu boyunca yatıyordu. Karnı çok şişmişti. Zor nefes
alıyordu. Karnının şişkinliğine rağmen kolları, bacakları, yüzü iyice
zayıflamıştı. ”Nefes alamıyorum. Erol hocayı çabuk arayın. Oksijen tüpü
boşaldı. Bana hemen bir tüp bulsunlar. Öleceğim. Çabuk çabuk olun” diye sağa
sola emirler yağdırıyordu.
Yatağının hemen başucunda büyükçe bir oksijen tüpü
duruyordu. Nefesi daraldıkça bu tüpten oksijen alıyordu. Tüpteki oksijen Halit'i geçicide olsa biraz rahatlatıyordu.
Ama o gün oksijen tüpü de tükenmişti....Yeni tüp gelene kadar Halit zor nefes
alacaktı.
Bir çocuk eli gibi
incelmiş elinden tutup “Halitciğim ben bugün son araba ile Ankara'ya
dönüyorum. Benden bir isteğin var mı?” dediğim de “Yok Şükrü kardaş. Görüyorsun halimi. Ne
yiyebiliyorum. Ne içebiliyorum. Ne de rahat nefes alabiliyorum. Ne de iyi
uyuyabiliyorum. İçim yanıyor. Bir bilebilsen. Bütün bu çektiklerimin sebebi
nedir biliyor musun?” demişti. Ben de “Hayır kardeşim bilmiyorum” dediğimde,
gözlerime melül melül bakarak “SİGARA
ŞÜKRÜ!... SİGARA ŞÜKRÜ!.... Çok
şükür kü sen bu zıkkımı içmiyorsun.”
dedikten sonra da “Şükrü Berber Cemal'e söyler misin? Gelsin beni tıraş
etsin. Allah'ın huzuruna temiz bir şekilde gideyim” demişti.
Berber Cemal son kez tıraş etmişti onu. Bir hafta sonra
ölüm haberini aldığımda ”Sigara yüzünden yetmiş sekiz kuşağından bir yıldız daha kaydı. Çok arzuladığı evliliği bu dünyada
gerçekleştiremeden gözleri açık gitti. Allah mekânını cennet eylesin ”
demiştim.
Sevdiği Rabbinin huzuruna böylece tertemiz gitmişti. Ölüm
döşeğinde bile dış temizlikten vazgeçmemişti Halit arkadaşımız; ama, yıllarca
içtiği sigaranın akciğerlerinde yaptığı kirliliği sigarayı bırakmasına rağmen
temizleyememişti. Birde hastalığı daha fazla ilerlemeden önce bir doktora gidip
bir muayene olmamıştı.
Çünkü biliyorsunuz “Kanserde
erken teşhis hayat kurtarıyor.”
Sigara içenlerin bir an önce bir doktora gitmelerini ve
baştan aşağı bir tedaviden geçmelerini tavsiye ediyorum.
Sevgili Arkadaşımızın, Allah mekânını cennet eylesin; taksirâtını
affetsin; rahmetini esirgemesin.
Ruhu şâd olsun.Nûr içinde yat!.
Bu yazımı SİGARA içenler ibret alsın
diye yazdım.
İbret aldıysalar ne âlâ;almadıysalar mualla..
Şükrü Bilgili