Sadık
Turan Ruslar için cephede savaşmaya hazırlanırken, Ruslar Kırım’da onun,
anasının, babasının ve ecdadının konuştuğu dilinin harflerini değiştiriyordu.
Ne acı bir tablo değil
mi?
Siz
Sadık Turan’ın yerinde olsanız; isyan etmeyip ne yapardınız? Üzülerek ifade
edeyim ki altmış sekiz yıl geçmesine rağmen şu anda bile Kırım Tatar
Türklerinin Kırım’da çıkardıkları birçok gazete ve dergiler halen Rus
harfleriyle çıkıyor!....
Şimdi Sadık Turan’ın
yerine bizlerin isyan etmesi gerekmiyor mu?
“Artık ağlamıyorum. Biliyorum ki Tatar oğlu,
bu gazeteleri okumayacak. “ diyor ve devam ediyor
Sadık Turan: “Biliyorum ki düşmanlarımız
bizden korkuyorlar. Bizi böyle hayâsızca Ruslaştırmak istiyorlar. Çünkü bizden
korkuyorlar. Gazetelere iftiharla bakıyorum. Şimdi Mesudum. Düşman üniforması
içinde vücudum çelik gibi sağlam.”
İşte
buna iman denir, inanç denir, kendine güven denir.
İşte
bu duygu her Tatar balasında olduğundan, camilerimizin minarelerini yıksalar
da, kalbimizdeki imanı ve vatan sevgisini yıkamadılar…. Okuyup yazdığımız o
güzelim Tatarca dilinin harflerini de değiştirseler de bizleri yok edemediler;
asla ve asla da yok edemeyecekler.
Arkadaşı Süleyman
Sadık’ın çadırına geliyor. Süleyman “Hâlâ gazetemi okuyorsun? “ diyor. Sadık:
“Evet… Al sen de oku” diyor. Gazeteleri
Süleyman’ın önüne atıyor. Süleyman okumak istiyor okuyamıyor. Yazılara hayretle
bakıyor.
“E. ne düşünüyorsun? “ diye fikrini soruyor.
Süleyman:
“Ne
diyeyim, Nasıl münasipse öyle yazılır. Biz askeriz. Hem bundan sonra, yazıları
kalemle değil, süngüyle yazacağız… Alman ordusu Polonya sınırında.”
Süleyman sözünü
bitirmeden Sadık yataktan fırlıyor, yerde yatan gazeteleri toplayıp onun
burnuna sokuyor:
“Sen
bana üniforma giyip caka satmayı, kadınlara selam vermeyi öğret, sen bunları
iyi bilirsin. Fakat ne benim ne de başka birilerinin millî duygularına dokunma”
diyor. Aralarında karşılıklı konuşmalar başlıyor.
Sadık Turan bağıra bağıra
Süleyman’a şunları söylüyor:
“… Yarın, Türkiye ile Rusya arasında bir harp çıkacak olsa, belki Türklere
kurşunda sıkacaksın… Bu yazıları görmüyor musun? Her yerde: Ordu evlerimizde,
sokaklarda, adım başında, bizi vatan sevgisiyle, vatan aşkıyla besliyorlar…
Dünyada biricik hür ve serbest vatan bu ha… Şu gazetelere bak. Senin dilin,
benim dilim. Atalarımızın, dedelerimizin dili. Bir milletin varlığı, dili ve
yurdu ile belli olur, öyle mi? Yüz elli yıldır, eski çarlık idaresi, bizi
cennet yurdumuzdan sürdü, astı, kesti. Bugünkü kızıl Rus idaresi de, şuracıkta
bir avuç Tatar’ın canlı dilini kesiyor…”
Süleyman’da bu sözler
karşısında:
“Belki hakkın var… Fakat ben sana asker
olduğumuzu böyle şeylerle alıp vereceğimizin olmadığını söylemek istedim. Bu
gibi şeyler için âlimler var. Onlar düşünsünler” diyor. Sadık hiddetleniyor:
“Yoook
Süleyman! Benim gibi düşünen âlimin başına neler geleceğini sen iyi bilirsin.
Sonra dil, yalnız âlimin dili değildir. Herkesin dilidir. Çobanın, köylünün,
bütün milletin… Herkesin.”
Evet, Sadık doğru
söylüyordu dil herkesindi. Dil sadece âlimin olur muydu? Sadık bunu ispatlamak
için Süleyman’ın bölüğünde nöbet tutan Kırımlı Kerim’in yanına parolasız
varmayı ve onunla Tatarca konuşacağını söyleyerek bir aylığına iddiaya giriyor.
Süleyman bu teklife
gülüyor: “ Ya sana ateş edecek olurlarsa” diyor. Sadık cevap vermiyor bu soruya.
Çadırdan çıkarak tank meydanına doğru yürüyor. Süleyman ne olur ne olmaz diye
Sadık’ın peşinden koşuyor ve kulağına fısıldıyor:
“Bu gece parola, Don. Unutma, parola, Don. Don
Vazgeç Sadık gitme “ diyor.
Sadık, Süleyman’ı kenara
itiyor, kamptan çıkıyor. Kerim’in nerede olduğunu kati olarak bilmiyor.
Karalamadan ilerliyor. Kerim değil de başka biri çıkarsa. Kalbine yavaş yavaş
bir korku giriyor. Alnında soğuk ter damlaları hissediyor. Elleri titriyor,
dizleri tutmuyor. Fakat geri dönmek Süleyman’a korkaklığını belli etmek olacak.
Korkaklığını kimseye belli etmek istemiyor.
Bizi birbirimize bağlayan
kuvvetin vatan sevgisi ve lisan olduğunu Süleyman’a ısbat etmek için kamptan
çıkıp buraya gelmişti. Gece zifir karanlık, sessiz, korkunç. Etrafta gizli
nöbetçilerin yaklaştığını hissediyor. Şimdi ansızın bir ses “Parola “ diye
bağırsa “Kerimin sesi olduğunu nerde bileceğim” diye tereddüt ediyor. “Bağıran
belki de bir Rus olacak” diyor. Yere yatıp sürüne sürüne geri kampa dönmek
istiyor. Dua ediyor. “Allah’ım beni koru “diye biraz daha ilerliyor. Ansızın,
sessizce gecenin kara perdesini bir ses yırtıyor:
“Stoy’ Parol” (Dur Parola.)
Arkasından, göz açıp
kapamaya vakit kalmadan bir şarjör şakırtısı.
“Kardaş!
Sen kimsin? Vatandaşını mı öldürecen?”
Ses yok. Bekliyor. Rus’sa
kurşun sıkacak. Kerim’se… Dilinin ucunda “Don” kelimesi var, fakat söylemiyor.
Karanlıkta, hafif, fakat keskin bir ses:
“Ulan kimsin? Yakına gel bakayım…”
Yanına yaklaşıyor. Kara
bir insan gölgesi Sadık'ı başından ayaklarına kadar süzüyor.
“Bereket versin Tatarca cevap verdin. Teğmen
arkadaş. Vallahi az kalsın ateş edecektim. Uğurlar olsun, ne tarafa böyle.”
“Gezintiye çıkmıştım… Kerim sen misin? “
diyor, Sadık.
“Benim parolayı bilmiyor musun?”
“Hayır.”
Kulağına eğilerek:
“Don “diye fısıldıyor.
Sonra, başını sağa sola
çeviriyor. Gözlerini karanlıklara dikerek etrafı kurt köpeği gibi dinliyor:
“Ayak sesleri var… Biri geliyor.”
Dinlemekte devam ediyor.
Birden bağırıyor:
“Stoy’Parol!”
“Don.”
Karşılarında
karanlıklardan çıkmış biri, Süleyman duruyor:
“Parolaya cevap almadan,
teğmeni niçin bıraktın?” diye soruyor.
Kerim susuyor. Süleyman
sert ve emredici bir sesle tekrar:
“Niçin? Emri bilmiyor musun?” diye soruyor
“Müslüman’ca
konuştu Süleyman ağa. Ateş edemezdim ya.”
Süleyman’a tarihi bir
cevap veriyor Kırım Tatarlarından Kerim.
Sadık iddiayı kazanıyor.
Çünkü “ Toplumları millet haline getiren
en önemli unsur dildir. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta
olduğu gibi, insan topluluklarının bir yığın ve kitle olmaktan kurtaran, aralarında
"duygu ve düşünce birliği" olan bir cemiyet yani 'millet' haline
getiren en önemli kültürel değerdir. Ayrıca dil, kültürün temeli olduğu gibi
taşıyıcısıdır da... Dili yok ettiğiniz takdirde milli ruh ve kültür diye bir
şey kalmaz. ” (*)
Bu yüzden içimizden
çıkmış Gaspıralı İsmail Bey önce “Dilde
birlik” demiş, sonra da “Fikirde
birlik” ve “İşte birlik”
ilkelerini ilave etmiş.
Serkan Sava Kardeşimiz de
25 Ocak 2008 tarihli kirim@yahoogroups’a gönderdiği haberde acı bir gerçeği bizlerle paylaşıyor. Haberi
okuyalım:
“Bir
dilin kullanımı daha yeryüzünden silindi. Ukrayna'nın Kırım bölgesinde küçük
bir grubun kullandığı Kırım Tatarca, bu dili konuşabilen son kişinin ölmesiyle
tarihe karıştı. BBC’nin internet sitesinde çıkan habere göre, Kırım Tatarca
dilini kullanan son yerli Asan Rustemov, 89 yaşında Bahçesaray’ daki evinde
yaşamını yitirdi.”
Bugün, gerek Kırım
topraklarında gerekse Kırım dışında yaşayan “Savaşın, korkunun, sürgünün çocukları” olan bizler; yani Kırım
Tatar Türkleri:
“Dilde, fikirde, işte
birlik” sözleri ışığında;
-Kırım Tatarca diline
gereken önemi veriyor muyuz?
-Bu dili konuşabiliyor
muyuz?
-Balamızga çagamızga
öğretiyor muyuz?
Allah için bir
düşünelim!....
Kelin
hep beraber bu tilge sahip çıkalım.
(Gelin hep beraber bu
dile sahip çıkalım.)
Bır
kün Bahçesaraylı Aslan Rüstemoğlu kibi bizler de coyulup ketecekmiz.
(Bir gün Bahçesaraylı
Aslan Rüstemoğlu gibi bizler de kaybolup gitmeyecek)
Hiç
bomasa; anaylarımızdan üyrendiğimiz ANA TİLİMİZ KIRIM TATARCASINI,
BALALARIMIZGA üyretelim...
(Hiç olmazsa;
annelerimizen öğrendiğimiz ANA DİLİMİZ KIRIM TATARCASINI ÇOCUKLARIMIZA
öğretelim…)
“TİLİMİZ COYULMASIN!.... “
(“DİLİMİZ YOK OLMASIN!...”)
Devam
edecek…
(*) Ali Tuncer BULUT, TÜRK DİLİ, TÜRK MİLLETİNİN KALBİDİR,
BEYNİDİR, http://www.tekizoglu.com/