KATİLLER!..KATİLLER!...
“Korkunç Yıllar-I”de “Kırım Davası ile yeni tanışan genç
kardeşlerimizin, bu yazım sayesinde roman hakkında bayağı bir bilgi sahibi
olacaklarını; ayrıca, Sayın Cengiz Dağcı Bey’in ‘Korkunç Yıllar’ (*) romanını
bugüne kadar okumayanların, kitapçılara koşacaklarını ve bu güzel kitabı satın
alacaklarını, zaman kaybetmeden benim gibi bir solukta, zevkle içlerine sindire
sindire okuyacaklarını, düşünüyorum.”
demiştim.
Acaba, bugüne kadar kaç
kişi bu güzel romanı aldı, okudu, balalarına okuttu? Bunu bilmiyorum.
Roman kahramanı Sadık
Turan da 3 Nisan 1946 yılında Roma’da yazdığı hatıraları tekrar okuyor ve “Bunları kim merak edecek? Hiç kimse! Hiç
kimse bunları okumayacak. Kimse bu yazıları merak etmeyecek; bunu iyi
biliyorum. Yazar değilim. Yazılarımda kimseyi alâkadar etmeyecek bir hakikat
var. O hakikat yalnız benim içimde” diyor.
Şimdi sizlere soruyorum:
Sadık Turan gerçekten söylediklerinde haklı mı?
Bugün damarlarında bir damla dahi Kırım Tatar kanı taşıyan biri, Sadık
Turan’ın yazdığı hakikatleri okuduktan sonra, Kırım’da Kırım Tatar Türklerine
yapılan soykırıma duyarsız kalabilir mi?
Sadık Turan’ın içinde
sakladığı hakikatleri öğrenmek istemez mi?
Yazdıklarını okumak
istemez mi?
Tek kelime ile gerçek bir
Tatar ise ister. Bu yüzden İkinci Dünya Savaşı’nda Kırım Tatar Türklerine reva
görülen zulmü, işkenceyi tarihi yazılı bir belge olarak “Korkunç Yıllar” romanı
ile bizlerin gözleri önüne seren Cengiz Dağcı İngiltere’de sade bir hayat
yaşadı, 22 Eylül 2011 Perşembe günü saat
12:30’da Londra’daki evinde vefat etti.
Nihayet Cengiz Dağcı 71 yıl önce ayrıldığı anne toprağına kavuştu. 2 Ekim 2011
Pazar günü yapılan cenaze töreni sonunda Kırım’da bu vuslat gerçekleşti.
İyi ki o acı hatıraları
yazmış. Yoksa bizler bu zulmü kimden öğrenecektik.
Sadık Turan’a kulak
verelim, bakın ne diyor:
“Ölmüş
kahramanların heykellerini ölüler değil, yaşayanlar yükseltirler. Onların
ruhlarını içimden çıkarıp bir heykel haline getirmek için ben hayatta
kalmalıyım. Onlar arkalarında güzel izler bırakıp gittiler. Ben bugün hayattan
kopmuşum. Onların izlerinden, kendimden, insanlardan, dünyadan korkuyorum. Ben
yaşamıyorum: Yaşamak için savaşıyorum. Önümde yalnız karanlık ve korku var. Ben
ilerleyemiyorum. Önümdeki hayatı göremediğimden daima geriye bakıyorum. Belki
bana yardıma gelir. Belki bana kim olduğumu söyler, ileriki hayatın sırlarını
açıklar; belki bir gün geçmişim gelir de beni yılların kanlı faciaları
arasından geçirdiği gibi, bugün de zayıf, düşkün vücudumu ve ruhumu, önümdeki
kara günlerden atlatarak selâmete ulaştırır.”
Sadık Turan, Roma’da
yaşadığı o yıllarda hastalanır. Doktora gider. Doktor ona “konuşmalarımızın yardımı dokunur, bir gün korkularını unutursun.”
diyor.
O ise “.beni şimdiye kadar yaşatan doktor değil,
hatıralarım” diyerek, hatıralarını kaldığı yerden yazmaya devam
ediyor.
Sadık Turan, 1938 yılının
sonbaharında eski kümese benzeyen evlerinden çıkıp Kazasker sokağına
taşınıyorlar. Durumları günden güne düzeliyor. Babası iyi para kazanıyor. Kardeşi
Bekir’de babasının yanında sanat öğreniyor. Kendisi de “Yañı Dünya” gazetesinde iş buluyor. Yeni taşındıkları evin içini
dışını temizliyorlar, bahçe yapıyorlar, kapıları boyuyorlar. Yeni evleri gül
gibi bir ev oluyor. Çoğu gün gözleri yaşlı gördüğü annesinin yüzü bu güzel evde
gülmeye başlıyor.
Yirmi yıldır Bolşevik
zulmünden perişan olmuşlardı. Bu yüzden, davalarını bir kenara bırakmış, günlük
işlerle uğraşıyorlardı, ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Toplu sürgünler durmuştu. Yalnız milletin arasından çıkan bilgili
tanınmış doktorlar, profesörler, şairler, köşede, bucakta gizli kalmış hocalar,
imamlar, milletin esirliğini kendi namus ve vicdanına sığdıramayıp ah çekenler;
bazen da rakı içip içini boşaltanlar ansızın kayboluyordu; bu insanların nereye
götürüldüğünü hiçbir kimse bilmiyordu; geri dönen de hemen hemen yok gibiydi.
Geride kalan halk da o
ana yurdu her şeyden, kendinden bile çok seviyordu. Her şeyleri elinden
alınmıştı; bağları, bahçeleri. O mazlum halk, ”Mahsulünü, meyvesini toplayıp hükümete teslim ederdi. Sonra gidip
kooperatif kapılarında, bir kilo buğday içinde nöbete girer, gece yarılarına
kadar beklerdi. Elinden alınmış tarlasında, bağında, bahçesinde iki büklüm
çalışırken atalar toprağına döktüğü gözyaşlarını yalnız kendisi bilirdi. Kimseye
belli etmezdi. Çünkü o toprak, o yurt onundu.”
Sadık, yeni evlerine
taşındıktan sonra arkadaşı Süleyman ve ailesiyle komşu oluyorlar. Sadık Turan
doktor, Süleyman ise subay okuluna
gitmek istiyordu. Sadık’ın babası ise bu kararı kendisine bırakıyor.
Süleyman’ın birlikte subay okulunu gitme ısrarını Sadık reddediyor. Kışa
girdiklerinde aynı gün iki arkadaş askere çağrılıyor ve birlikte celbi
aldıkları aynı gün, Akmescit’e bir askeri birliğe gidiyorlar. Sıraya
giriyorlar. İvan Aleksandroviç Şişkof adında bir Rus subayı, Sadık’la arkadaşı
Süleyman’ı muayene edildikten sonra odasına alıyor ve şunları söylüyor:
“Arkadaşlar, kızılordu saflarına çağrıldınız.
Elimdeki rapordan öğrendiğime göre, içinizde okumuş gençlersiniz. Sovyetler
Birliği, sizin gibi aydın gençlere geniş ilerleme imkânları açıyor. Size orta
kumanda mektebinde okumak ve bilginizi artırmak imkânını veriyoruz. Sizlere
verdiği bu fırsattan azamî derecede istifade edeceğinize ve vatana yararlı
evlâtlar olacağınızdan eminim.”
Sadık, Şikof’un kendilerine
söylediklerini aynı gün akşamı babasına söylüyor. Babası Şikof’a red cevabı
vermenin çok hatalı olacağını tasdik ediyor. Süleyman zaten subay okuluna
gitmek istediğinden, subaylıkta iyi ve sağlam bir gelecek görüyordu. Nihayet,
orta kumandan okuluna girmeye karar veriyorlar.
1938 yılının kışı, Tatar
delikanlısı iki arkadaş Sadık ve Süleyman, Odesa orta kumanda okulunda okumaya
başlıyor. Talim ve savaş teorilerinden çok siyasi eğitim dersleri gösteriliyor.
Özellikle
Şişkof Tatar delikanlılara saatlerce Marksizm öğretiyor; Batı kapitalizmin
çürüklüğünü, bütün dünyada ezilen proleterlerin Sovyetler Birliği’nden, Kızıl
ordu’dan kurtuluş beklediklerini anlatıyordu. Yapılan bu eğitimin amacı ise
gayet açıktı: Tatar ballarının kalplerindeki bütün hisleri söndürmek,
beyinlerine girip bütün düşüncelerine sahip olmaktı. Kendilerine uygun kurşun
asker yetiştirmenin sevdasındaydılar.
1940 yılının dokuz
Ağustos günü Odesa Orta Kumandan Okulu’ndan teğmen rütbesiyle mezun oldu Sadık
Turan. Bir hafta sonra 57’nci tümenin 94’üncü taburu ikinci bölük
kumandanlığına tayin oldu. Arkadaşı Süleyman Aziz de, aynı taburun üçüncü bölük
kumandanlığına getirildi. Krasnoye savunmasına kadar beraber bulundular.
1941 yılının baharı.
Akkerman yakınlarında bir kampta kalıyorlar. Yurttan ayrılalı iki yıl oluyor.
Anasını, babasını ve kardeşini görmek için izin istiyor, verilmiyor.
İkinci Dünya Savaşı
başlamıştı. Her gece iki bazen üç alarm işaretleri veriliyor. Tankları ormana,
ovalara sürüyorlar. Köylülerin tarlaları, ekinleri çiğnendiğinden köylüler Rus
askerlerine dost gözüyle bakmıyorlar.
Zaman zaman kardeşi
Bekir’in yazdığı mektuplar ve gönderdiği gazeteleri alıyor. Okuyor. Bekir’in
mektubunda “ “Yaş Kuvvet” ve “Yañı Dünya” gazetelerinin adları değiştirildi,
birinin adı “Komsomolest” öbürü de “Kızıl Kırım” oldu.
Gazete adlarıyla beraber
harflerde değiştirildi. Tatar mekteplerinde ve gazetelerde, Lâtin harfleri
yerine Kızıl harfler kullanılmaya başlandı.” cümlelerini okuyan Sadık beyninden
vurulmuşa dönüyor. Başı dönüyor, gözleri kararıyor. Gazeteler ellerinde,
ordugâhın bir ucundan öbür ucuna koşarak “Katiller!
Katiller! diye “ bağırmak istiyor. Kendini zor tutuyor, bağıramıyor. Yavaş
yavaş yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla nihayet sakinleşiyor. Fakat
duramıyor, yine gazetelere bakıyor.
“Hep
Tatar sözleri, Tatar kelimeleri Rus harfleriyle yazılmış… O harflere baktıkça,
kendi dilimden; annelerimizin, mini mini yavrularına söylemek için
kullandıkları o tatlı dilden nefret ediyorum âdeta. O yazılar öyle çirkin, öyle
kaba ki!... Neden bilmem bir çocuğun sınıfta karatahtaya Rus harfleriyle
Tatarca yazan elini görür gibiyim. Küçük bir el; vücut, kafa göz yok; yalnız
zayıf bir el gözlerimin önünden gitmiyor. Ağlamak, hayır gülmek istiyorum.
Mektuplarında babama, bana eski destanlarımızdan bana, ‘Siyer-i Nebi’ yi, ‘Çora
Batır’ı bu harflerle mi gönderecek” diye, isyan ediyor Sadık Turan.
Bu
Turan’ın ikinci isyanı idi. Birinci
isyanı Ruslar tarafından Tokal Camisi’nin minaresinin yıkılırken yapmıştı.
Mabetlerini yıkmışlardı çocukluk yıllarında. Şimdi ise harfleri yıkmışlardı;
Tatarca kelimeler Rus harfleriyle yazılmaya başlanmıştı. İkinci isyanı da bunaydı.
Siz olsanız isyan etmez
misiniz?
Daha nelerin
yıkılacağından habersizdi Sadık Turan. Onu da ileriki yıllarda çaresizlik
içinde birer birer görecek ve yaşayacaktı.
Devam
edecek…
(*)Cengiz Dağcı,”Korkunç Yıllar”, Varlık Yayınları, 1956