AZAMAT'IN OĞLU ARSLAN BEY
Sadık Turanda kalkıp ihtiyarların yanına gidiyor, o da çocukların güreşini seyrediyor. İhtiyarlar Sadık’ı görüyorlar ama hiç alakadar olmuyorlar. İhtiyarlar, iki çocuğun güreşini büyük bir zevkle taktikler vererek seyrediyorlar. Çocukların biri yıkılıyor. Yıkan çocuk koşarak gidip, üç ihtiyarın önüne oturuyor. Çocuğun “Haydi dede! Va’dini yerine getir “dediğinde, Dede “Evvel zaman içinde” diye söze başlıyor. Sadık Turan’da:”Kalbur saman içinde” diye şaka ederek söze karışıyor. İhtiyar, başını Sadık’a çeviriyor, sert sert bakıyor, fakat ses çıkarmıyor. Kendi aralarında fısıldaştıktan sonra masalına ihtiyar devam ediyor:
“-Azamat’ın oğlu Arslan Bey kızı sevdi, hediyeler gönderdi ve kızı, babasından istetti. Kızın Babası Arslan’a:
-Arslanım! Kızımın saçları ipek, gözleri elma, vücudu fidan. Sen delikanlı, daha evinin eşiğinden atlamadın; kılıcın kılıfından çıkmadı, ben sana kızımı nasıl vereyim? Dedi. Hey, hey!
Kızın babasından gelen bu cevap
yiğit Arslan’ın canına tak etti. Aynı gün, yiğit Arslan, yurdunu bıraktı,
gitti. Dört yıl ne memlekete döndü, ne de bir haber gönderdi.
Bu zamanlarda, Bucakta Arslan
adlı gayet meşhur bir pehlivan vardı. Fakat bizim Arslan mıydı, yoksa başka bir
Arslan mıydı, bilmiyorum. Çünkü Canbulak’ta da, Yedesan’da da, Orda da çok
namlı ve meşhur Arslanlar vardı…
Nihayet bir akşam üstü, saraya
yakın bir kahvede otururken nallarından şimşekler çakan, yıldırım gibi bir
atlı, şehre girdi. Bu atlı gösterişli bir pehlivandı. Külâhı, sultan külâhı
gibi, elmaslara süslenmişti; kuşağı, mahmuzları, atının üzengisi bile
altındandı. Bizim oturduğumuz kahvenin önünde durdu. Yabancı pehlivanı, tepeden
tırnağa süzdük. Kimdi acaba? Kimse bilmiyordu.
Atlı pehlivan:
—Tanımadınız, ha! Diye seslendi.
Aramızdan biri:
—Hay Allah’ım! Bu pehlivan, bizim
Arslan yahu! diye bağırdı.
Evet, atlı yiğit, Azamat’ın oğlu
Arslan’dı. Bucak ordusunda nice kahramanlıklar göstermiş, Lehistan’ın
şehirlerini, köylerini yakıp yıkmış… Aldığı esirler sayısızmış, mücevheratı
hesapsızmış…
Arslan adı, Han topraklarında
yaşayanların dilinde destan olmuş, düşman topraklarında yaşayanların kalbinde
korku olmuş. Arslan’ın adı sarayda bile anılırmış…
Bir akşam kahvede oturmuş,
cenkleri hatırlıyorduk. Bizim Arslan da kahvedeydi. İçeriye başında demir tellerden
örülmüş bir miğfer, demir eldivenli elinde kılıç, geniş omuzlu, Arslan’dan da
boylu, yabancı bir pehlivan girdi. Bu tepeden tırnağa silâhlı pehlivan, kapının
yanında durarak, ateşli gözlerini yiğit Arslan’a dikti ve şöyle söyledi:
—Azamat’ın oğlu Arslan Bey!
Arslan’dan da zalim bey!
Kahvede hepimiz ayağa kalkmış,
yabancı pehlivana bakıyorduk. Pehlivan sözüne devam ederek:
—Yurdumu yaktın, babamın kanını
akıttın, kızlarımızı Kefe’de haremlere sattın…
Sonra demir eldivenlerini
çıkarıp, Arslan’ın ayakları dibine attı ve:
—Yurdu için ölmeyen var mı bu
dünyada, pehlivan? Ya esirlik, ya ölüm? Seç ve çık önüme, hey Arslan! diye
bağırdı.
Bizim yiğit Arslan, yabancıyı
tanıdı. O, Lehistan pehlivanıydı. Ayaklarının dibindeki demir eldivenleri
kılıcıyla iterek Lehistan pehlivanına şöyle bir cevap verdi:
—Yaktım yıktım yurdunu. Sözün
doğru, pehlivanım. Üç bin başı esir ettim. Kefe’de sultan haremlerine sattım.
Fakat bunları namusluca yaptım. Atlıya karşı at sürdüm, kılıçlıya karşı kılıç
çektim, okluya karşı ok attım. Yurdu için ölen pehlivandır, pehlivan! Esir olup
namusumu, sülâlemin adını kirletmem. Ölüm olsun! dedi demedi kılıcını çekerek
ortaya atıldı.
Biz de iki pehlivanın kavgasını
seyredeceğiz diye çok sevindik. Fakat kahvade bulunanlar arasında sarayda
hizmet eden biri vardı. Birden yabancıyı tanıdı ve ortaya atılarak:
—Ben bu Lehistanlıyı tanırım.
Elçidir o, elçi! Tutun Arslan’ı!... Tutun Arslan’ı diye bağırdı. Kahvedeki
öteki pehlivanlar, Arslan’ı tuttular. Arslan Bey:
—Bırakın beni’ Allah aşkına
bırakın beni! diye yalvardıysa da kahvedeki saçı sakalı ağarmış pehlivanlardan
biri:
—Dur Arslan, ne yapıyorsun? Han
toprağında elçiye silâh çekilir mi? dedi.
Arslan:
—Beni çağıran şu pehlivan değil
miydi, ağalar? Önüme çıkmayın! Namusa sığar mı bu ağalar? diye direndi.
Yaşlı pehlivanlar:
—Evet, yiğit Arslan, hakkın var,
seni çağıran o pehlivandı. Fakat elçiye silâh çektiğin duyulursa yarın Ulu
Han’ın emriyle kafan kesilip gâvur kafası gibi kazığa takılmaz mı? dediler
Arslan ise:
—Namusum kirleneceğine varsın kafam
kazığa takılsın, cevabını verdi; fakat ağalar Arslan’ı bırakmadılar.
Elçide kahvede bulunanlar
tarafından tanındığının farkına varınca Bahçesaray’da bir daha görünmedi.
Arslan Bey sarardı soldu. Namusum
kirlendi, diye kimsenin yüzüne bakamıyordu artık. Arkadaşları:
—Sabret Arslan. Sabır acıdır ama
meyvası tatlıdır, diye Lehistan pehlivanını Arslan’a unutturmak istediler.
Fakat yiğit Arslan unutmadı... Nişanlısını unuttu, Lehistan’ın pehlivanını
unutmadı. Namusum, namusum, diye ağlardı. Baktılar ki olacak gibi değil, o
akşam kahvede bulunan ağalar Kalkay’ın yanına gidip, yiğit Arslan’ın halini
anlattılar. Kalgay:
—Evet, evet, Arslan, korku bilmez
bir yiğittir, fakat hanlık topraklarında elçiye dokunursa kafası kesilir ve
gâvur kafası gibi kazığa takılır, dedi. İlk fırsatta ulu Han’a anlatmaya vaat
etti. Günün birinde de olanı biteni ulu Han’a anlattı. Ulu Han, Kalgay’dan,
Arslan’ın Lehistyan elçisine silâh çektiğini öğrenince çok kızdı ve derhal
kafasının kesilmesi için emir verdi. Kalgay, Han’ın ayaklarına kapanarak
yalvardı:
—Dinle, Han’ım, yiğit kabahatsiz…
Arslan’ı elçi çağırdı. Azamat’ın oğlu yiğit Arslan, Bucakta eşsiz Arslan,
namusu uğruna kılıç çekti. Kahvedeki ağalar yabancı pehlivanın elçi olduğunu
anlayınca, elçi Bahçesaray’dan kayboldu. Şimdi senin topraklarında mı, yoksa
kendi memleketinde mi kimse bilmiyor. Fakat yiğit Arslan derdinden ölüyor.
Ulu Tanrımız çok merhametliydi.
—Kendisine izin vereyim. Gitsin
arasın bulsun. Güreşsin, ne isterse onu yapsın. Fakat benim topraklarımda
elçiye el kaldırırsa kafasını kestiririm, vücudunu itlere yediririm, ecdadını
lânetlerim, dedi.
Azamat’ın oğlu Arslan Bey bunu
duyunca çok sevindi. İzin çıktığı gün memleketi terk etti gitti. İki yıl,
düşman topraklarında, dolaşmadık şehir, köy bırakmadı. Lehistan pehlivanını
hiçbir yerde bulamadı. Günün birinde, pehlivanın Dinyeper Kazaklarının elinde
esir bulunduğunu duyarak Dinyeper’e giti. Pehlivanın Kazaklardın elinden esir
olduğu doğruydu. Kazaklar, pehlivanın, zengin ve meşhur Arslan tarafından
araştırıldığını öğrenince, karşılığında ağırlığınca altın istediler. Fakat
namusu uğruna güreşecek yiğit için altının ne kıymeti var? Arslan Bey,
istenileni verdi ve esiri teslim aldığı gün, ona:
—Bak yiğit, ben seni satın aldım.
Ama sen benim esirim değilsin. Seni azat ediyorum. Yalnız, Han’lık
topraklarında olmamak şartıyla bir meydan seç, orada tutuşalım; zira sen beni
mademki güreşe çağırdın, mutlaka güreşmemiz lâzım, dedi.
Lehistanlı pehlivan ise:
—Azamat’ın oğlu Arslan Bey, Bucak
ordusunda eşsiz bey! Arsız Kazakların elinden sen beni kurtardın. Bırak, senin
kulun olayım. Eğer bunu lâyık görürsen, seninle değil, senin uğrunda güreşeyim,
senin için öleyim, diye cevap verdi. Lehistanlı’nın bu cevabından sonra ikisi
ahbap olarak Kırım’a geri döndüler. Arslan bey kızla evlendi. Lehistanlı
pehlivan da az zaman sonra Müslümanlığı kabul etti ve Han ordusunun sadık bir
eri oldu.”
TATARIM; ANAM TATAR, BABAM TATAR , SOYUM SOPUM HEP TATAR
Dede, hikâyesini bitirdikten
sonra Sadık’a:
—Sen kimsin? Ne yapmaya geldin
buraya? Diyor.
—Bahçesaray’a gelmiştim, Han
sarayını görmek istedim, diye cevap veriyor. Dede bir soru daha soruyor:
—Tatar mısın?
Sadık Turan dedenin bu sorusuna
karşılık gururla ve sevinçle şöyle cevap veriyor:
—Tatarım. Anam Tatar, Babam Tatar, soyum sopum hep Tatar.
Dede Sadık’ın verdiği bu cevaba
sevinmiş olmalı ki “Gel sana Bahçesaray’ı göstereyim” diyor. Dede önde Sadık
arkada olmak üzere yürümeye başlıyorlar. Vahşi ve karanlık bir ormanın içinden
ayaklarına, ellerine sarılan dikenleri çalıları kıra kıra ilerliyorlar. Bir
ırmaktan geçiyorlar. Zaman zaman dede bir kaybolup tekrar ortaya çıkıyor.
Dedenin kaybolduğunda Sadık korkuyor ve avazı çıktığı kadar “ Dede-e-e!
Dede-e-e “ diye, bağırıyor. Dede bu bağırmadan sonra önünde canlı bir heykel
gibi dikiliyor. Dizlerinden kanlar aka aka doğrularak Dedeye bağırıyor:
—Öldür beni, zalim insan! Öldür
beni! Öldür de kurtulayım..
Dede bu sözlere kızıyor. Elindeki
değnekle Sadık’ın göğsünü iterek:
—Git de öl! Öl! Kahpe evlâdı. Sen yaşamak için doğmadın; ölmek için
doğdun… Git de öl!..Senin yüzünden binlerce kişi ölecek. Senin bastığın
topraklarda binlerce ananın, binlerce çocuğun gözyaşlarıyla ıslanacak,
feryatlarıyla inleyecek... Git de öl, diye sağ taraftaki binlerce insan kemiği
ve kafatasının karıştığı, kemikler arasında zehirli yılanların çöreklendiği ve
güneşlendiği derin ölüm çukurunu gösteriyor.
Sadık, gördüğü bu korkunç manzara
karşısında “ Ben ölmek istemiyorum, affet beni,” Dede diye ayaklarına kapanıp
yalvarıyor.
“-Yaşamak için doğdum, yaşamak
için doğdum” diye, tekrar Dedenin arkasına takılıyor ve dedeye de bir daha
“Nereye gidiyoruz ?” diye de hiç soru sormuyor.
Dede Sadık Turanı bir dağın
eteklerinden “Geldik oğlum, aşağıya bak, Bahçesaray uykudan uyanıyor” diyor.
Sadık dağdan eğilip aşağıya bakıyor. Gördüğü şehir normal sıradan bir
şehir değildi; sanki bir masal şehri idi. Dedeye bu güzel şehrin adını soruyor.
Dede burası “Bahçesaray” dediğinde Sadık Turan “Bense burayı cennet sanmıştım”
diye cevap veriyor. Daha sonra uzak ufuklardan toz dumana katarak, şehre yaklaşan
on atlı görünüyor. Dede bu atların Kazan’dan geldiğini, Rusların Kazan’a
saldırdığını, Kazan Hanı Bikes’in yardım istediğini söylüyor. Davullar
gümbürdüyor, zurnalar çalıyor. Han sarayından Ulu Han’ın kılıcını çekerek
arkasından gelen askerleriyle Kuzeye doğru yola çıkıyor.
Sadık Turan:
—Bu yavuz askerler nereye
gidiyor, dede? diye soruyor.
—Kuzeye,
—Geri dönecekler mi, dede? diye
tekrar soruyor Sadık.
—Dönmediler… diyor dede ve
dedenin kirpikleri arasında toplanan gözyaşları yanaklarından aşağıya doğru akıyor…
Sadık Turan’ın, Hansarayı’na giren Rus askerlerinin demir nalçalı
çizmelerin seslerini duyuyor. Gözlerini açıyor, ağırlaşmış başını kaldırıyor...
Gördüklerinin bir rüya olup olmadığına başta karar veremiyor. Karşısında Rus
askerlerini görüyor.
Gördüğünün bir rüya olduğunu işte
o zaman anlıyor…
(Devamı edecek….)