sukrubilgili - CENNET VATAN KIRIM
3-KORKUNÇ YILLAR: Azamat'ın Oğlu Arslan Bey!....

AZAMAT'IN OĞLU ARSLAN BEY

Sadık Turanda kalkıp ihtiyarların yanına gidiyor, o da çocukların güreşini seyrediyor. İhtiyarlar Sadık’ı görüyorlar ama hiç alakadar olmuyorlar. İhtiyarlar, iki çocuğun güreşini büyük bir zevkle taktikler vererek seyrediyorlar. Çocukların biri yıkılıyor. Yıkan çocuk koşarak gidip, üç ihtiyarın önüne oturuyor. Çocuğun “Haydi dede! Va’dini yerine getir “dediğinde, Dede “Evvel zaman içinde” diye söze başlıyor. Sadık Turan’da:”Kalbur saman içinde” diye şaka ederek söze karışıyor. İhtiyar, başını Sadık’a çeviriyor, sert sert bakıyor, fakat ses çıkarmıyor. Kendi aralarında fısıldaştıktan sonra masalına ihtiyar devam ediyor:

“-Azamat’ın oğlu Arslan Bey kızı sevdi, hediyeler gönderdi ve kızı, babasından istetti. Kızın Babası Arslan’a:

-Arslanım! Kızımın saçları ipek, gözleri elma, vücudu fidan. Sen delikanlı, daha evinin eşiğinden atlamadın; kılıcın kılıfından çıkmadı, ben sana kızımı nasıl vereyim? Dedi. Hey, hey!

Kızın babasından gelen bu cevap yiğit Arslan’ın canına tak etti. Aynı gün, yiğit Arslan, yurdunu bıraktı, gitti. Dört yıl ne memlekete döndü, ne de bir haber gönderdi.

Bu zamanlarda, Bucakta Arslan adlı gayet meşhur bir pehlivan vardı. Fakat bizim Arslan mıydı, yoksa başka bir Arslan mıydı, bilmiyorum. Çünkü Canbulak’ta da, Yedesan’da da, Orda da çok namlı ve meşhur Arslanlar vardı…

Nihayet bir akşam üstü, saraya yakın bir kahvede otururken nallarından şimşekler çakan, yıldırım gibi bir atlı, şehre girdi. Bu atlı gösterişli bir pehlivandı. Külâhı, sultan külâhı gibi, elmaslara süslenmişti; kuşağı, mahmuzları, atının üzengisi bile altındandı. Bizim oturduğumuz kahvenin önünde durdu. Yabancı pehlivanı, tepeden tırnağa süzdük. Kimdi acaba? Kimse bilmiyordu.

Atlı pehlivan:

—Tanımadınız, ha! Diye seslendi.

Aramızdan biri:

—Hay Allah’ım! Bu pehlivan, bizim Arslan yahu! diye bağırdı.

Evet, atlı yiğit, Azamat’ın oğlu Arslan’dı. Bucak ordusunda nice kahramanlıklar göstermiş, Lehistan’ın şehirlerini, köylerini yakıp yıkmış… Aldığı esirler sayısızmış, mücevheratı hesapsızmış…

Arslan adı, Han topraklarında yaşayanların dilinde destan olmuş, düşman topraklarında yaşayanların kalbinde korku olmuş. Arslan’ın adı sarayda bile anılırmış…

Bir akşam kahvede oturmuş, cenkleri hatırlıyorduk. Bizim Arslan da kahvedeydi. İçeriye başında demir tellerden örülmüş bir miğfer, demir eldivenli elinde kılıç, geniş omuzlu, Arslan’dan da boylu, yabancı bir pehlivan girdi. Bu tepeden tırnağa silâhlı pehlivan, kapının yanında durarak, ateşli gözlerini yiğit Arslan’a dikti ve şöyle söyledi:

—Azamat’ın oğlu Arslan Bey! Arslan’dan da zalim bey!

Kahvede hepimiz ayağa kalkmış, yabancı pehlivana bakıyorduk. Pehlivan sözüne devam ederek:

—Yurdumu yaktın, babamın kanını akıttın, kızlarımızı Kefe’de haremlere sattın…

Sonra demir eldivenlerini çıkarıp, Arslan’ın ayakları dibine attı ve:

—Yurdu için ölmeyen var mı bu dünyada, pehlivan? Ya esirlik, ya ölüm? Seç ve çık önüme, hey Arslan! diye bağırdı.

Bizim yiğit Arslan, yabancıyı tanıdı. O, Lehistan pehlivanıydı. Ayaklarının dibindeki demir eldivenleri kılıcıyla iterek Lehistan pehlivanına şöyle bir cevap verdi:

—Yaktım yıktım yurdunu. Sözün doğru, pehlivanım. Üç bin başı esir ettim. Kefe’de sultan haremlerine sattım. Fakat bunları namusluca yaptım. Atlıya karşı at sürdüm, kılıçlıya karşı kılıç çektim, okluya karşı ok attım. Yurdu için ölen pehlivandır, pehlivan! Esir olup namusumu, sülâlemin adını kirletmem. Ölüm olsun! dedi demedi kılıcını çekerek ortaya atıldı.

Biz de iki pehlivanın kavgasını seyredeceğiz diye çok sevindik. Fakat kahvade bulunanlar arasında sarayda hizmet eden biri vardı. Birden yabancıyı tanıdı ve ortaya atılarak:

—Ben bu Lehistanlıyı tanırım. Elçidir o, elçi! Tutun Arslan’ı!... Tutun Arslan’ı diye bağırdı. Kahvedeki öteki pehlivanlar, Arslan’ı tuttular. Arslan Bey:

—Bırakın beni’ Allah aşkına bırakın beni! diye yalvardıysa da kahvedeki saçı sakalı ağarmış pehlivanlardan biri:

—Dur Arslan, ne yapıyorsun? Han toprağında elçiye silâh çekilir mi? dedi.

Arslan:

—Beni çağıran şu pehlivan değil miydi, ağalar? Önüme çıkmayın! Namusa sığar mı bu ağalar? diye direndi.

Yaşlı pehlivanlar:

—Evet, yiğit Arslan, hakkın var, seni çağıran o pehlivandı. Fakat elçiye silâh çektiğin duyulursa yarın Ulu Han’ın emriyle kafan kesilip gâvur kafası gibi kazığa takılmaz mı? dediler

Arslan ise:

—Namusum kirleneceğine varsın kafam kazığa takılsın, cevabını verdi; fakat ağalar Arslan’ı bırakmadılar. Elçide         kahvede bulunanlar tarafından tanındığının farkına varınca Bahçesaray’da bir daha görünmedi.

Arslan Bey sarardı soldu. Namusum kirlendi, diye kimsenin yüzüne bakamıyordu artık. Arkadaşları:

—Sabret Arslan. Sabır acıdır ama meyvası tatlıdır, diye Lehistan pehlivanını Arslan’a unutturmak istediler. Fakat yiğit Arslan unutmadı... Nişanlısını unuttu, Lehistan’ın pehlivanını unutmadı. Namusum, namusum, diye ağlardı. Baktılar ki olacak gibi değil, o akşam kahvede bulunan ağalar Kalkay’ın yanına gidip, yiğit Arslan’ın halini anlattılar. Kalgay:

—Evet, evet, Arslan, korku bilmez bir yiğittir, fakat hanlık topraklarında elçiye dokunursa kafası kesilir ve gâvur kafası gibi kazığa takılır, dedi. İlk fırsatta ulu Han’a anlatmaya vaat etti. Günün birinde de olanı biteni ulu Han’a anlattı. Ulu Han, Kalgay’dan, Arslan’ın Lehistyan elçisine silâh çektiğini öğrenince çok kızdı ve derhal kafasının kesilmesi için emir verdi. Kalgay, Han’ın ayaklarına kapanarak yalvardı:

—Dinle, Han’ım, yiğit kabahatsiz… Arslan’ı elçi çağırdı. Azamat’ın oğlu yiğit Arslan, Bucakta eşsiz Arslan, namusu uğruna kılıç çekti. Kahvedeki ağalar yabancı pehlivanın elçi olduğunu anlayınca, elçi Bahçesaray’dan kayboldu. Şimdi senin topraklarında mı, yoksa kendi memleketinde mi kimse bilmiyor. Fakat yiğit Arslan derdinden ölüyor.

Ulu Tanrımız çok merhametliydi.

—Kendisine izin vereyim. Gitsin arasın bulsun. Güreşsin, ne isterse onu yapsın. Fakat benim topraklarımda elçiye el kaldırırsa kafasını kestiririm, vücudunu itlere yediririm, ecdadını lânetlerim, dedi.

Azamat’ın oğlu Arslan Bey bunu duyunca çok sevindi. İzin çıktığı gün memleketi terk etti gitti. İki yıl, düşman topraklarında, dolaşmadık şehir, köy bırakmadı. Lehistan pehlivanını hiçbir yerde bulamadı. Günün birinde, pehlivanın Dinyeper Kazaklarının elinde esir bulunduğunu duyarak Dinyeper’e giti. Pehlivanın Kazaklardın elinden esir olduğu doğruydu. Kazaklar, pehlivanın, zengin ve meşhur Arslan tarafından araştırıldığını öğrenince, karşılığında ağırlığınca altın istediler. Fakat namusu uğruna güreşecek yiğit için altının ne kıymeti var? Arslan Bey, istenileni verdi ve esiri teslim aldığı gün, ona:

—Bak yiğit, ben seni satın aldım. Ama sen benim esirim değilsin. Seni azat ediyorum. Yalnız, Han’lık topraklarında olmamak şartıyla bir meydan seç, orada tutuşalım; zira sen beni mademki güreşe çağırdın, mutlaka güreşmemiz lâzım, dedi.

Lehistanlı pehlivan ise:

—Azamat’ın oğlu Arslan Bey, Bucak ordusunda eşsiz bey! Arsız Kazakların elinden sen beni kurtardın. Bırak, senin kulun olayım. Eğer bunu lâyık görürsen, seninle değil, senin uğrunda güreşeyim, senin için öleyim, diye cevap verdi. Lehistanlı’nın bu cevabından sonra ikisi ahbap olarak Kırım’a geri döndüler. Arslan bey kızla evlendi. Lehistanlı pehlivan da az zaman sonra Müslümanlığı kabul etti ve Han ordusunun sadık bir eri oldu.”

TATARIM; ANAM TATAR, BABAM TATAR , SOYUM SOPUM HEP TATAR

Dede, hikâyesini bitirdikten sonra Sadık’a:

—Sen kimsin? Ne yapmaya geldin buraya?  Diyor.

—Bahçesaray’a gelmiştim, Han sarayını görmek istedim, diye cevap veriyor. Dede bir soru daha soruyor:

—Tatar mısın?

Sadık Turan dedenin bu sorusuna karşılık gururla ve sevinçle şöyle cevap veriyor:

—Tatarım. Anam Tatar, Babam Tatar, soyum sopum hep Tatar.

Dede Sadık’ın verdiği bu cevaba sevinmiş olmalı ki “Gel sana Bahçesaray’ı göstereyim” diyor. Dede önde Sadık arkada olmak üzere yürümeye başlıyorlar. Vahşi ve karanlık bir ormanın içinden ayaklarına, ellerine sarılan dikenleri çalıları kıra kıra ilerliyorlar. Bir ırmaktan geçiyorlar. Zaman zaman dede bir kaybolup tekrar ortaya çıkıyor. Dedenin kaybolduğunda Sadık korkuyor ve avazı çıktığı kadar “ Dede-e-e! Dede-e-e “ diye, bağırıyor. Dede bu bağırmadan sonra önünde canlı bir heykel gibi dikiliyor. Dizlerinden kanlar aka aka doğrularak Dedeye bağırıyor:

—Öldür beni, zalim insan! Öldür beni! Öldür de kurtulayım..

Dede bu sözlere kızıyor. Elindeki değnekle Sadık’ın göğsünü iterek:

—Git de öl! Öl! Kahpe evlâdı. Sen yaşamak için doğmadın; ölmek için doğdun… Git de öl!..Senin yüzünden binlerce kişi ölecek. Senin bastığın topraklarda binlerce ananın, binlerce çocuğun gözyaşlarıyla ıslanacak, feryatlarıyla inleyecek... Git de öl, diye sağ taraftaki binlerce insan kemiği ve kafatasının karıştığı, kemikler arasında zehirli yılanların çöreklendiği ve güneşlendiği derin ölüm çukurunu gösteriyor.

Sadık, gördüğü bu korkunç manzara karşısında “ Ben ölmek istemiyorum, affet beni,” Dede diye ayaklarına kapanıp yalvarıyor.

“-Yaşamak için doğdum, yaşamak için doğdum” diye, tekrar Dedenin arkasına takılıyor ve dedeye de bir daha “Nereye gidiyoruz ?” diye de hiç soru sormuyor.

Dede Sadık Turanı bir dağın eteklerinden “Geldik oğlum, aşağıya bak, Bahçesaray uykudan uyanıyor” diyor.

Sadık dağdan eğilip aşağıya bakıyor. Gördüğü şehir normal sıradan bir şehir değildi; sanki bir masal şehri idi. Dedeye bu güzel şehrin adını soruyor. Dede burası “Bahçesaray” dediğinde Sadık Turan “Bense burayı cennet sanmıştım” diye cevap veriyor. Daha sonra uzak ufuklardan toz dumana katarak, şehre yaklaşan on atlı görünüyor. Dede bu atların Kazan’dan geldiğini, Rusların Kazan’a saldırdığını, Kazan Hanı Bikes’in yardım istediğini söylüyor. Davullar gümbürdüyor, zurnalar çalıyor. Han sarayından Ulu Han’ın kılıcını çekerek arkasından gelen askerleriyle Kuzeye doğru yola çıkıyor.

Sadık Turan:

—Bu yavuz askerler nereye gidiyor, dede? diye soruyor.

—Kuzeye,

—Geri dönecekler mi, dede? diye tekrar soruyor Sadık.

—Dönmediler… diyor dede ve dedenin kirpikleri arasında toplanan gözyaşları yanaklarından aşağıya doğru akıyor…

Sadık Turan’ın, Hansarayı’na giren Rus askerlerinin demir nalçalı çizmelerin seslerini duyuyor. Gözlerini açıyor, ağırlaşmış başını kaldırıyor... Gördüklerinin bir rüya olup olmadığına başta karar veremiyor. Karşısında Rus askerlerini görüyor.

Gördüğünün bir rüya olduğunu işte o zaman anlıyor…

 

(Devamı edecek….)

Whatsapp'ta Paylaş
Yorumlar
3-KORKUNÇ YILLAR: Azamatın Oğlu Arslan Bey....
Müzeyyen çelik30 Mayis 2018 : 20:44:15  
muhteşem di yüreğinize sağlık