KORKUNÇ YILLAR ROMANI (1)
Yaşım elliyi geçti. Çam yarmasını
devirir gibi, yarım asrı devirmişim. Sizin anlayacağınız “dalya” dedik. Belki
“dalya” kelimesinin anlamını bilmeyen olabilir. Açıklayayım: Bizler (yani
ellisine merdiven dayayanlar), çocukluğumuzda çelik-çomak oynardık; çomakla
vurduğumuz çeliği gitti yerden alır, çeliği çomakla ebeye doğru fırlattığımız
çukurun bulunduğu yere doğru adımlarımızı sayarak, “bir. iki. üç.... elli,”
der, durur ve “dalya bir” derdik. Sonra da saymaya devam ederdik. Allah bir
dalya daha sağlıklı bir ömür gösterir mi bilmem. Ama bundan sonraki dalyada;
çeliği düz bir çomakla değil de, ucu eğri bir bastonla belimiz bükülerek
torunlarımızla oynayacağımızdan, hiç bir kimsenin şüphesi olmasın.
Elimde birkaç yıl önce,
Ulus Semtinde, Merkez Bankası Ankara Şubesi’nin tam karşısındaki Posta
Caddesi’nin girişindeki binanın alt katındaki eski kitapçıdan satın aldığım
“Varlık Yayınları”na ait bir romanı okumaya karar verdim.
Romanın ilk sayfasının
arkasındaki basım yılı dikkatimi çekti. Benim doğum tarihimden bir yıl önceki
1956 tarihi yazılı idi. Bu romanda benim gibi dalya demişti. Romanın adı ve
yazarı yabancı değildi bana. Bir zamanlar aynı isimli romanı “Ötüken” yayın
kuruluşunca yayımlanan baskısından okumuş ve çok etkilenmiştim.
Kırım'a karşı gönlümdeki
sevgi tohumları, işte o zaman ekilmişti.
Bugüne kadar hiç böyle
eski tarihli bir kitap okumamıştım. Elli bir yıl önce yayımlanmış romanın küçük
harflerle yazılı sararmış tozlu yapraklarını çevirmeye başladım. İlgimi çeken
cümleleri, paragrafları işaretledim. Daha sonra bu cümle ve paragraflardan
hareket ederek romanın özetini çıkarmayı düşündüm. Satır aralarına zaman zaman
kendi duygularımı, düşüncelerimi ve başka görüşleri de ekledim.
Kırım Davası ile yeni
tanışan genç kardeşlerimizin, bu yazım sayesinde roman hakkında bayağı bir
bilgi sahibi olacaklarını; ayrıca, Sayın Cengiz Dağcı Beyin “Korkunç Yıllar”
romanını bugüne kadar okumayanların, kitapçılara koşacaklarını ve bu güzel
kitabı satın alacaklarını, zaman kaybetmeden benim gibi bir solukta, zevkle
içlerine sindire sindire okuyacaklarını, düşünüyorum.
Yayınevi sahibi Yaşar
Nabi, romanın girişinde, roman hakkında okuyucunun ilgisini çekmek
için özet bilgiler sunuyor:
“Sovyet ordusunda subay olarak son dünya savaşına
katılmış, nefret ettiği bir bayrak altında dövüşmek zorunda kalmış, Almanlara
esir düşünce, Türklüğüne bakılmadan, toplama kamplarında inim inim inletilmiş,
sonradan kurulan Türkistan ordusuna katılarak, bu sefer de Alman bayrağı
altında Ruslara karşı savaşmış bir Kırımlı Türkün hikâyesiydi bu.”
“Ardında kendi
insanlarını, kendi yurdunu düşman çizmeleri altında bırakmış bir Türk’ün
duygularını aksettirmesi. Yeteri kadar korkunç bir dramın içinde daha da beter
bir dram yer alıyordu. Bir adam yurdunu, bütün insanlarıyla birlikte
kaybediyordu. Toprak gene aynı topraktı ama içinde kendi soyundan tek kişi
kalmadığı için, artık vatan olmaktan çıkmıştı. Günün birinde anacığının boynuna
sarılarak ayrılmış olduğu yerlerde, şimdi yabancılar yaşıyordu. Kırım’da Türk
kalmamıştı.”
“Bu derece yaşanmış, bu
derece duyularak yazılmış bir faciayı insanın tüyleri ürpermeden okuması,
sonunda medeniyet adı altında işlenen cinayetleri lanetle anmaması
imkânsızdı.”(2)
Yaşar Nabi bu önemli
bilgileri verdikten sonra ise, Yazar Cengiz Dağcı tarafından kendisine
gönderilen kısa hayat hikâyesini anlatıyor:
“Cengiz Dağcı Suvarski,
1920 Martının 9 uncu günü Kırım’da Yalta şehrine yakın Kızıltaş köyünde
doğmuştur. Babası Emir Hüseyin Dağcı, kendi toprağını ekip biçmekle uğraşan
orta halli bir köylüydü. Cengiz’in ilk yılları hiç de iyilik ve rahatlık içinde
geçmemiştir. Kıtlıklar, zelzeleler birbirini kovalamış, milis korkusu ise bir
kılıç gibi daima başları üstünde asılı durmuştur. 1932 de köylülerin bütün
toprakları ellerinden alınmış, köyde bir kolhoz kurulmuş, dünkü efendiler kendi
topraklarında birer ırgat gibi çalışmak zorunda bırakılmıştır. İşte o sıralarda
bir kış kıyamet günü süngülü Rus askerleri evlerine girerek bahtsız babayı alıp
götürmüşler. Ertesi gün Cengiz, sebepsiz yere yuvasından koparılıp götürülen
yalnız babası olmadığını, büyük amcalarının da aileleriyle birlikte bilinmeyen
bir yere sürüldüğünü, köyün yarı yarıya boşaltıldığını görmüş, yedi kardeşi ve
annesiyle birlikte kalakalmış. Üstelik aile reisleri sürülenlerin ellerinden
çalışma hakkı da alındığından kara sefalet kendini göstermekte gecikmemiş.
Bir yıl Akmescit
hapishanesinde tutulduktan sonra babası serbest bırakılmış, 1940 yılına kadar,
kendi elleriyle kurdukları kümese benzer bir çatı altına sığınarak zar zor yaşamışlar.
İlköğrenimini köy
okulunda yapan küçük Cengiz sonra Akmescit’te okula devam etmiş, 1938 de
ortaokulu bitirerek Pedagoji Enstitüsüne girmiş. İki yıl burada okuduktan
sonra, bitiremeden, 1940 da askere alınmış.
1941 Ukrayna cephesinde
Almanlara esir düşmüş, esir kamplarından nasılsa sağ salim kurtularak Alman
bozgunu sırasında kapağı müttefikler safına atabilmiş, sonra 1946 da mülteci
sıfatıyla Londra’ya gelerek orada bir İngiliz(*) kadınıyla evlenmiş. Bir çocuğu
olmuş.“(3)
Yaşar Nabi, Cengiz Dağcı’nın “Elhamdülillah
Türk’üm, Müslüman’ım ve notlarımda yazdığımın hepsinin de hakikat olduğuna
yemin ederim.” cümlesini, özellikle yazarın kendi ağzından söylediği gibi
yazmış.
Bu kısa hayat
hikâyesinden anlıyoruz ki, Cengiz Dağcı’nın ilk romanı olan “Korkunç Yıllar”da
anlatılan olayların bir hayal ürününün olmadığını, bizzat Cengiz Dağcı
tarafından “hepsinin de hakikat
olduğunu”, “ Elhamdülillah Türk ve
Müslüman’ım” diye yemin ettiğinden anlıyoruz. Ben de yazarımızın yeminine
Müslüman bir Türk olarak inanıyor, sayfaları çevirmeye devam ediyorum.
Cengiz Dağcı, yaşadıkları
acı gerçekleri kendi ağzından değil de kahvede tanıştığı Sadık Turan adında
birinin kendisine bir ihtiyar kadın aracılığı ile teslim edilen paketten çıkan
dört defterdeki hatıraları anlatıyor; bizleri yaşanmış bir hayata yolculuk
yaptırıyor... Romanın sonuna kadar okuduğumuzda şunu görüyoruz: Sadık Turan’a
ait acı hayatı ile Cengiz Dağcı’nın çileli hayatı birçok noktada bire bir
örtüşüyor.
* * *
Roman Kahramanımız Sadık
Turan, Alman’a karşı savaşmak için Cennet Vatan Kırım topraklarından, son
olarak 1942 yılının sonbaharında ayrılıyor ve bu ayrılık onun için çok
ıstıraplı oluyor. Bu elemli ayrılışını şu satırlarla anlatıyor:
“Yurduma bir daha
dönemeyeceğimi hissediyordum. İstasyonda anam, babam, kardeşlerim, hısım akraba
toplanmıştı… Kompartıman penceresinden onlara bakarken hayatımın acı tatlı
günlerini düşünüyordum. Bu onları sonuncu görüşümdü. Annem, sağ elini bana
doğru kaldırmış, sol eliyle, omuzlarından aşağı sarkan atkısından ucunu tutarak
gözlerinin yaşını siliyordu. Tren son bir düdük daha çaldı, sonra lokomotifin
bağrından fışkıran kara bir duman aramıza girerek bizi birbirimizden ayırdı.” (4)
Sadık Turan, sadece
anasından, babasından, kardeşlerinden, hısım ve akrabalarından ayrılmıyordu;
canından çok sevdiği, çocukluk anılarının geçtiği, atalarından kendisine miras
bırakıldığı toprağından başına gelecek felâketleri sanki biliyormuş gibi
kompartımanın penceresinden, ellerinden alınan ata topraklarına doya doya
bakıyor...
Ve şöyle diyor:
“Bu topraklar, vagonların
tekerlekleri altında, yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce
dinledim”. Sonra da Yüce Yaradan’a ellerini açıyor “ Allah’ım, Allah’ım” diye
yalvarıyor, “Sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın
mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprakta
ölelim. Vatanım, vatanım! Dünyanın hangi köşesinde olursan olayım, ben
yaşadıkça sen de benimle beraber olacaksın.”(5 )
Sadık Turan bu güzel dileğine
kavuşacak mıydı? Bunu Allah bilirdi.
Akşam oluyordu. Sadık ile kardeşi Bekir köyün civarındaki bir kayanın üzerinde bir direk dikip yelken açıp, kaptanlık oynuyorlardı. Anneleri bu oyunları bozuyor, birisini sığırı ahıra sokmasını, diğerini de babasına su götürmesini söylüyor. Sadık çeşmeye yaklaştığında kooperatifin önünde kapalı, siyah bir kamyon görüyor. Yolda rastladığı süngülü askerlerden korkuyor. Güğümleri acele acele çeşmeden dolduruyor. Babasının tarladan dönmeden önce evde olması gerekti. Kardeşi Bekir’de sığırla keçileri ahıra götürmüştü. Annesi sofrayı kurmuş, Sadık, Kardeşi Bekir ve iki kız kardeşi ellerinde kaşıklarla babalarının eve gelmesini bekliyorlardı.
Kırım Tatar Türklerin de
adettendir; baba sofraya oturmadan ve kaşığı çorbaya daldırmadan, diğer ev
halkı ilk kaşığı sallamazdı. Bu yüzden Sadık ve kardeşleri de çorbaya kaşık
uzatmamışlardı.
Anneleri tedirgin
görünüyor, iki de bir kapıya bakıyordu. Sadık acıkmıştı. Dayanamadı, elini
ekmeğe uzattı, bir lokma ekmeği kopardı, ağzına götürdü. Annesi ona sert sert
baktı, ama seslenmedi. İşte tam o sırada, pencereden bir ses duydular:
-Teyze… A, teyze, diye
seslenen birinin verdiği bir haberle, Sadık’ın annesi taş gibi donup kaldı.
Konuşmuyor, kımıldamıyordu. Çocuklarına “Babanız gelmeyecek. Babanızı, milisler
mapusa götürmüşler,”(6) sözlerini zor söylemişti ve kirpikleri arasına dolan
gözyaşlarını tutamamış, ağlamıştı. Bir ömür boyu yastığa baş koyduğu “Evin erkeğini alıp gitmişlerdi. Geride bir
sürü çocukla yüreği param parça bir ana kalmıştı.”(7)
Bu acıya hangi ana hangi
kadın dayanabilirdi?
Ama Sadık Turan’ın Tatar
anası yüreğine taş basmış, dayanmıştı... Henüz körpe bir fidan olan Sadık
Turan, Kardeşi Bekir ve iki kız kardeşi anaları kadar dayanma gücüne sahip
değillerdi...
Felaket gelince ardı
ardına gelir ya. Babasının mapusa götürülmesinden sonra başlarına gelecek
felaketlerden habersizdi yavrucak Sadık Turan, Kardeşi Bekir ve iki kız
kardeşi...
Toprak damlı evciklerin arasındaki, kırmızı
teneke damlı, etrafına taş duvar çekilmiş, şirin mektep binasının bir sınıfında
okuyan Sadık’a bir gün çok sevdiği uzun boylu, beyaz ve ince yüzlü, sarışın,
çok merhametli, iyi kalpli Safiye öğretmenin “Bugünden sonra senin mektebe
gelmen yasak edildi. Çünkü… Anladın mı Sadık”(8) sözlerini duyar duymaz kitaplarını
toplayıp, sınıftan çıkıyor. Bir daha okula gitmiyor. Evlerindeki hayatın
acılarını unuttuğu, baharda yeşil yapraklı ağaçların dalları arasında
cıvıldaşan kuşlar gibi gülüp oynadığı, neşelendiği mektebinden korkmaya
başlıyor. O kadar mektepten korkmuştu ki halasının evine gideceği zamanlarda
dahi bahçelerden, derelerden dolaşıyordu; mektebini görmemek için.
Safiye öğretmenini son
bir kez daha gördü yolda. Öğretmeni avucunun içine bir deste parayı gizlice
verdi. İki ay sonra köye Kazaklar (Ruslar) geliyor. Giderken köyün ahalisini de
beraberinde götürüyorlar. Öğretmen Safiye de götürülenler arasında idi.
O yıl kış birden
bastırmıştı. Dışarıda acı, zehir gibi bir soğuk vardı; kar yağmıştı.
saçaklardan buzlar sarkarken, evler garip ve devamlı bir sessizlik içindeydi.
Yalnız deniz kudurmuş gibi, dalgalarını kayaya vuruyordu. Sessiz evlerdeki
sönmüş ocak başlarında kadınlar, gelinler için için ağlaşarak sabahı
bekliyorlardı. Köye bir haber gelmişti: Mahpuslar Yalta’dan Akmescid'e
götürülecekmiş”.
Bu habere kadınlar
çocuklar çok sevindiler. Gelecekleri gün sabahtan akşama kadar soğukta çocuklar
babalarını, kadınlarda kocalarını bir kez görürüz diye bekleyip durdular.
Saçları ve sakalları birbirine karışmış mapuslar arasında kimse kimseyi
tanımamıştı. Koyun kuzuya karışmış, evlatları bağırlarına basan analar
“Mustafa’m, Ahmet’im… Evladım… Ne kabahatimiz vardı… İmdat!” (9) çığlıkları
birbirine karışmıştı. Sadece Sadık’ın annesi kocasının “Ağlama Fatma! Ağlama!
Dua et! Dua et”(10 ) sözlerini duymuştu ve
yumruklarını göğsüne vurarak boğula boğula ağlıyordu.
“Geride kalanlar, yamalı
esvapları, paçavralara sarılmış ayaklarıyla yolun karlarını süpüre süpüre öksüz
kalmış evlerine, sönmüş ocaklarına doğru yollandılar.”(11)
Sadık’ın babası iki ay
sonra serbest bırakılıyor. Fakat köye girişi yasaklanıyor. İki hafta işsiz
sokaklarda dolaşıyor. Açlıktan şişmeye başlıyor. Bir gün çarşıda taşlar üstünde
yattığını gören bir Müslüman, ona acıyor, evine götürüyor, yediriyor, içiriyor.
Evine bitişik bir kümeste yer veriyor. Kümesi tamir ediyorlar. İki ay sonra da
Sadık, annesi ve kardeşleriyle Akmescit’teki bu kümesten bozma eve
yerleşiyorlar. Bu eve girmezden önce, eşikte annesi ile babası, oturup
birbirlerinin ellerini tutarak başlarına gelen felakete ağlıyorlar.
Babası iş buluyor. Sadıkta
bütün yaz çarşıda su satıyor, kabak çekirdeği satıyor. Akşam bir lokma, sabah
bir lokma ekmek, bir bardak su, bazen kuru peksimet çorbası yetiyordu. Çünkü aç
olan, ekmeksiz, evsiz olan yalnız onlar değildi; bütün Kırım Tatar Türkleri
aynı akıbete uğramıştı.
Sadık Turan 1939 yılının
kışında, askere gitmeden önce, köyüne uğruyor. Evlerine Voronejli bir Rus
ailesinin yerleştiğini, evin önündeki meşelerin devrildiğini, ahşap balkon
merdivenin kesildiğini, eşik tahtasının kütük yerine kullanıldığını, bahçelerinin
bakımsız, berbat bir halde olduğunu
görüyor. Bu gördüğü manzara karşısında kahroluyor...
Kış çetin geçiyordu.
Evlerinde yakacak hiçbir şey yoktu. Komşuları Mehmet ağa son tezeğini
getirmişti. Bütün gün yakıp tüketmelerine rağmen bir kâse su bile ısıtamadılar.
Bu yüzden fırsat buldukça kardeşi Bekir’le arabalardan kömür hırsızlığına
gidiyorlardı. Bir gün bu hırsızlıkta Bekir yakalanmış arabacılar iyi bir dayak
atmışlardı. ”Kışla, açlıkla, bizi esir eden, evimizden, yurdumuzdan atan
silahlı düşmanlarımızla savaşmaya mecalimiz yoktu. Allah yardımcımız olsun
diyerek katlanmaktan başka ne gelirdi elimizden”(12) diye zaman zaman Sadık
dertleniyordu.
“Nisan başlarında küçüklerden ikisi birden
hastalanıyor. Esma kardeşini nisan sonunda toprağa gömüyorlar. Tam iki hafta
sonra da küçük, melek yüzlü, kıvırcık
saçlı Sabriciği de götürüp kardeşi Esma'nın yanına gömüyorlar. Artık aile de
iki evlat kalıyor; Biri Bekir diğeri de Sadık.” (13)
Sadık’ın babası para
kazanmasını istemiyordu artık. Biraz durumları düzelmişti.”Ben senin okumanı
istiyorum, Okuyup adam olmanı istiyorum. Sana ihtiyacım olduğunu biliyorum
fakat sana muhtaç olan yalnız ben değilim… Bütün millet sana, senin gibi
gençlere bakıyor. Bütün milletin sizlere ihtiyacı var.” (14) Diyor ve Sadık’ın
daha önce soğuduğu okul hayatına yeniden başlaması için dil döküyordu.
Babası ısrarla
kelimelerin üzerine basa basa:
“Başımızdan geçenler,
başkalarının da başına geldi; felakete milletçe uğradık Sadık? Bu milleti sizin
gibi gençler kurtarmazsa kim kurtaracak? Bütün ümidimiz sizlerde… Bilirim, sen
okumaya çok heveslisin. Köy mektebinde birinciydin… Safiye hanım, bana kaç
defa, ‘Sadık’ı okut”’ demişti. Ama ne yapayım, başımızdan bu son iki sene neler
geçti. Şimdi Allah’a şükür, kendimde kuvvet hissediyorum.”(15) Diyordu.
Sadık babasının bu güzel
nasihatlerini her Kırım Tatar balası gibi uslu uslu dinliyor. Kayabaşı
Mektebinin Müdürü Yaltalı Niyazi efendinin yardımlarıyla okula kayıt oluyor. Bu
okul hayatını Sadık şöyle anlatıyor:
“1937 yılının yazı
Kayabaşı mektebi, Karaim sokağında, üç katlı, yüksek, beyaz, temiz bir binaya
taşındı. Sınıfının penceresinden, Tokal camisinin, etrafındaki bütün damların
sırlarını saklar gibi, göğe yükselen nazlı minaresi görünürdü. Sebebini
bilmiyorum, fakat sınıf arkadaşlarının arasında, en çok bu minareden hoşlanan
bendim galiba. Bazen, ders sırasında, minareye bakar, dalardım; bazen hocamın
sualini bile duymazdım, o zaman yanımda oturan Süleyman, dirseğiyle dürterdi
beni. Mimariye baktıkça da içime iman dolardı. Hayat, onun etrafında evlerdeydi.
Derslerimiz dine karşı olmasına, mektepte dinsizliği, komünizm idealini
öğrenmemize rağmen ben ruhumla o minarenin bir parçasıydım. Her evden, her
damdan, her eşikten, her kalpten, gözle görülmez bağlar uzanıp bütün insanları,
bütün hayatı, bütün varlığı o minareye bağlıyor gibi gelirdi bana. Mektepte son
senemdi.” (16)
Sadıkla, Süleyman
arkadaşı Tıp Enstitüsüne girmeye karar veriyorlar. Bu karar Sadık’ın kararı
idi. Süleyman ise subay mektebine gitmek istiyordu. Sadık’ın samimi arkadaşlığı
Süleyman’ı ikna etmişti.
Bir gün cebir dersinden sonra zil çaldı.
Herkes dışarı çıktı. İçerde sadece Sadık kaldı. Sadık pencerenin yanında derin
bir sessizlik içinde iken, Tokal Camisine bakıyordu. Minarelerde adamlar gördü.
Akmescit minarelerinde ilk defa adam görüyordu.
Yanı başında Süleyman’ın “Camiyi yıkacaklar “ sözünü duyar duymaz,
“Yıkacaklar “ sözü Sadık’ın kalbine bıçak gibi saplandı. Bütün vücudu titredi.
Süleyman’ın “Bak sadık! Minare devriliyor! “, “Devriliyor! Devriliyor” sözleriyle zincirlere bağlanan minarenin
yıkılışını hüzünle seyretti.
Bu korkunç manzarayı
kendi ağzından dinleyelim:
“Bir daha baktım. Tokal
camisinin minaresi gözümde kayboldu. Minare ile birilikte bahçenin güzelliğinde
söndü. Yeşilliklerin arasından göğe, renksiz bir duman yükseliyordu. Ben bütün
benliğimle hâlâ demin içimde sallanan o şeyin esiriydim. Minare yıkıldı gitti,
ben ne yıkılabiliyor, ne de ayakta durabiliyordum. Kaçıyordum. kaçıyordum.
Nereye? Niçin? Bilmiyordum. Hayat benim için manasız bir kelimeydi. Sınıf,
Süleyman, dışarıda evler, insanlar, mektep benim için birer hiçti. Minare
devrildi. minareyle birlikte, beni yaşatan bir şeyde birlikte yerle bir oldu.
Sınıftan nasıl çıktığını bilmiyorum, merdivenleri nasıl indiğimi
hatırlamıyorum. En çok hatırladığım, şehrin sokaklarında, alnımdan
yanaklarımdan terler aka aka koşumdur. Evimiz girer girmez annemin ayaklarına
sarıldım. Annem zavallı annem, ne olduğunu bilmiyordu.”(19)
Rusların ilk yıktığı Tokal Camisi değildi bu; tarihte binlercesini yıkmıştılar. Tokal Camisi’nin minaresinin yıkıldığı tarihten tam 385 yıl önce Kazan Hanlığı’nda, Şehrin Sekiz Minareli Şah Kulu Camisi ile birlikte birçok tarihi eser yok edilmişti. Bakın İbrahim Öztürk Bey, bu tarih düşmanlığını şu cümlelerle ne güzel ifade etmiş:
“Tatar soydaşlarımızın çektiği acılar, gök
kubbeyi ağlatacak, çatlatacak cinsten. Kazan Hanlığı, 1552 yılında Rusların
işgali, camileri, hanları, kütüphaneleri yakıp yıkmasıyla son bulmuş. Ruslar
bunu 'İstanbul'un intikamı' olarak sundu. Şehrin sekiz minareli Şah Kulu Camii'ni
yakıp yakınına devasa bir kilise yaptılar. Hanlığın başında o sırada Süyün Bike
Hatun vardı. 2 yaşındaki erkek çocuğun büyüyüp işin başına geçmesini
bekliyordu. Bu zaafı, düşman affetmedi. İşgal sonrası esir düştü, bilinmez
yerlere götürüldü. Daha anne sütü emerken esaretle tanışan yavrusu 20'sine
varmadan bir kilisede öldü. 1930'larda Stalin, acıların üstüne tüy dikti.
Tatarlar, ipi kopan tesbih taneleri gibi arzın her tarafına savruldu.” (17)
Kazan Hanlığı 1552
yılında tarihi ile birlikte insanları da katledilmişti. Katliam sırası Kırım
Hanlığı’nın topraklarında yaşayan Kırım Tatarlarına gelmişti. Sadık Turan’da bu
topraklarda yaşayan ipi kopan tespih tanelerinden biri idi. Tokal
Camisi’nin minaresinin yıkılışını bizzat
gözleriyle gören ilk şahitlerdendi.
Sadık’ı Tokal Camisi’nin
minaresinin yıkılması çok etkilemişti. O günden sonra okula hiç gitmedi.
Okuldan ikinci kez soğumuştu. Babası da zorlamadı. Babası ona akşamları “Kuzu
Kurpeç”, “Çora Batır” destanları söyledi. Gezintilere çıkardı. Tokal Camisi tarafına
ara sıra götürürdü. Sadık oraya gitmek istemezdi. Babası bazen zorla elinden
tutarak yürütür ve bahçenin önünde, caminin harabelerini işaret ederek:
“ Bak Sadık, harçlarına
atalarımızın alın teri karışmış din ocaklarımız düşmanlarımızın ayakları altında!” (18)
Sadık ise bu dehşetli
manzaraya bakamazdı. Alnından soğuk terler boşanırdı. Göğsünün içinde yüreği
bir tokmak gibi vururdu. Kaçmak isterdi, fakat babası bunu anlardı, elini
bırakmazdı:
“Biz bunlara bakıp
korkmamalıyız. Düşmanlarımız korksun. Hem de nasıl korkuyorlar. Korkularından
bize bu zulümleri yapıyorlar. Korkmasaydılar yapmazdılar. Yüz elli yıldır bizi
tüketmeye uğraşıyorlar. Yüz elli yıl! İşte bu yurtta bir avuç Tatar kaldık.
Bizi büsbütün yok etmedikçe içleri rahatlamayacak. Biz mahvolduktan sonra bile,
bu sefer ruhumuzun önünde titreyecekler. İyi bak bu yıkıntılara! Sen benim
evladım olmakla beraber, bu toprağın, bu yıkıntıların bir parçasısın. Seni bu
toprak doğurdu. bu toprak besledi. Bil ki yalnız değilsin. Büyük bir milletin
zengin geçmişi ve parlak geleceği seninle beraber. Bahçesaray’dan Kaşgar’a
varana kadar binlerce minarelerimiz göklere uzanıyor. Bize Tatar diyorlar,
Çerkez diyorlar, Türkmen diyorlar, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabardı, Başkır,
Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan! Deniz parçalanmaz. Biz TÜRK-TATARIZ. Bunu
senin kalbinin bildiği gibi, her Başkırt, her Kırgız, her Kazak’ın, Kırgız’ın
da kalbi bilir. Kalbinin hisleriyle hareket et. Dünyanın boş hırsına
kapılma.”19 diye, Sadıkı’ın kulağında küpe kalacak sözleri söyledi.
Bir Tatar babayı bundan daha iyi nasıl nasihat verebilir ki evladına! Her Tatar balası Sadık’ın babasının söylediklerini beyninin en güzel bir köşesine not etsin. Çünkü hepimizin bu güzel duygulara su gibi ekmek gibi ihtiyacımız var.
Sadık’ın babasının söyledikleri
yalan değildi. Bakın Kırım’da görev yapmış bir öğretmenimiz Sadık'ın gördüğü
harabeleri yetmiş yıl sonra Kırım’da o da görmüş ve şu mısraları yazmış:
“Mezar taşlarını söküp
atmışlar
Bayrağı, sancağı çekip
atmışlar,
Kitabı, Kur'an-ı yakıp
atmışlar,
Yapmayın diyecek diller
yokolmuş...” (20)
Bu harabereleri ben de
2003 yılında Kırım'a gittiğimde isyan ederek Sadık gibi hüzünle ve “KIZIL
GÖZYAŞLARIYLA” mahzun mahzun
seyretmiştim. Çünkü Gözleve'deki Mimar Sinan'ın yaptığı Allah’ın evi olan Camii Allahsızlık anlamına gelen “Ateistlik
Merkezi” yapmışlar. Kırım Tatar Türklerinin efsanevi lideri Cemiloğlu'nun
köyündeki Camiyi’ de sinema salonu yapılmış. Bu camilerin tuvaletlerinin
kapılarını dahi söküp atmışlar. HANSARAY'IN CAMİİ arkasındaki mezarlık sanki bir
savaş alanı gibiydi. Başta Hanların mezar olmak üzere bütün mezar taşları sağda
solda yerlerde boynu bükük olarak kendilerini bu zulümden kurtaracak Giray
Hanların torunlarını bekliyordular. Kırım'da tarihi camilere ve mezarlara karşı
yapılan bu saygısızlıkları gördükçe ben de Sadık gibi, bize bu zülmü reva
görenlere isyanım bir kat daha arttı…
Sadık’ın babası ne kadar
haklı imiş değil mi? Ne diyordu Babası Sadık’a? Bir kez daha okuyalım:
“Biz bunlara bakıp
korkmamalıyız. Düşmanlarımız korksun. Hem de nasıl korkuyorlar. Korkularından
bize bu zulümleri yapıyorlar. Korkmasaydılar yapmazdılar. Yüz elli yıldır bizi
tüketmeye uğraşıyorlar. Yüz elli yıl!”
Daha nice yüz yıllar
geçse de Kırım’da Kırım Tatar Türkleri’ni hiçbir zaman tüketemeyecekler... Bunu
herkes bir yere yazsın. Çünkü bugün Kırım dağlarında yeni meşe fidanlar
yetişmeye başladı…
Ayrıca, Kırım dışında
binlerce Kırım'a Gönül vermiş;”Savaşın, korkunun, sürgünün çocukları” şu
dizelerle haykırıyorlar:
“Kırım kırım kırdınız
bizi,
Vagonlara dizdiniz bizi,
Sibirya'ya sürdünüz bizi,
Kırılmadık, yıkılmadık,
Ayaktayız, görün bizi” (21)
(Devam edecek)
___________________________
Dipnotlar
(* )İngiliz değil
Polonyalı olacak. ŞB
(1) Cengiz Dağcı,”Korkunç
Yıllar”, Varlık Yayınları, 1956
(2) a.g.e, s.4
(3) a. g.e, s.4-5
(4) a.g.e, s.10
(5) a.g.e, s.10
(6) a.g.e, s.11
(7) a.g.e, s.11
(8) a.g.e, s.12
(9) a.g.e, s.13
(10) a.g.e, s.13
(11) a.g.e, s.14
(12) a.g.e, s.15
(13) a.g.e, s.15
(14) a.g.e, s.16
(15) a.g.e,s.16
(16) a.g.e,s.17
(17) İbrahim Öztürk,
Zaman Gazetesi,
(18) a.g.e, s.19
(19) a.g.e, s.19-20
(20) Mahmut Dönmezer,
Dertli Şiir Kitabından, Güller Yok olmuş
(21) Şükrü Bilgili’ nin
yayımlanmamış şiirlerinden.