Karşımda duran arkadaş,
çimler üzerinde serili karton kâğıtta yazılı ” Hakkâri ilini çektim. Çorum,
Ankara ve Yozgat ile değişmek istiyorum" yazıma bakarak:
-Muş’u çektim. Becayiş
yapar mısın? Demesin mi?
Türk Dil Kurumu sözlüğüne
göre becayişin kelime anlamı "karşılıklı
yer değiştirme"dir. Becayiş, Türkiye’de farklı bir anlam kazanmış ve
memuriyet ile ilgili bir kavram haline gelmiştir.
657 sayılı Devlet
Memurları Kanunu’nun 73. Maddesinde becayiş, "Aynı kurumun başka başka
yerlerde bulunan aynı sınıftaki memurları, karşılıklı olarak yer değiştirme
suretiyle atanmalarını isteyebilirler. Bu isteğin yerine getirilmesi atamaya
yetkili amirlerince uygun bulunmasına bağlıdır." şeklinde
tanımlanmış ve açıklanmıştır. (Kaynak: tr.wikipedia.org).
İlk defa becayiş kelimesi
ile o zaman müşerref olmuştum ve kulağımı bayağı tırmalamıştı bu kelime.
Bir anda şaşırmıştım.
"İşte Hakkâri’yi
isteyen bir Allah’ın kulu varmış. Ama onun yeri benim istediğim Çorum, Ankara
ve Yozgat illerinden biri değil. " diye düşünürken...
-Arkadaş, Hakkârili
misin? diye sordum.
-Hayır. Yalnız oradan
nişanlandım. Yakında da evleneceğim, diye cevap verdi.
-Biraz düşüneyim.
Haritaya bakayım. Muş, Çorum’a ne kadar uzaklıkta, çevresinde hangi iller var?
dedim.
Öğretmen okulu mezunu
idik. Haritaya bakmadan Muş’un çevresinde hangi iller olduğunu ilk anda
hatırlayamadım. Birkaç arkadaşa sordum. Onlar da Muş’un komşu bir iki ilini
söylediler.
Biraz uzakta haritaya
bakan arkadaşlar vardı. Onlardan haritayı rica edip, Muş ilini aradık. Haritada
bir yandan Hakkâri’ye bir yandan da Muş’a bakıyordum. Muş, Hakkâri’ye göre
Çorum’a daha yakındı. Bana teklif yapan Arkadaşa:
-Tamam, becayiş yapalım,
dedim. İkimizde karşılıklı dilekçelerimizi Bakanlığa verdik.
Hatırladığım kadarıyla
1976 yılının Ağustos ayının son günlerine doğru Muş’a tayin yazım gelmişti.
“Adı
Muş’tur
Yolu
yokuştur.
Giden
gelmiyor,
Bu
ne iştir ” diye bir türkümüz var ya; ben de bu türküyü söyleye
söyleye Muş’a gittim.
Gerçekten de Muş’un yolu
yokuştu. Şehre hafif rampa olan bir yolla giriliyordu. Otobüs garajı bu yolun
sağında küçük bir yerde idi.
Muş ilimiz sırtını yüksek
bir yamaca yaslamış küçük bir şehirdi. Önünde büyük bir düz ova vardı. Bu
ovanın içinden de Fırat nehrinin bir kolu olan Murat nehri akıyordu
Otobüsten iner inmez bir
lokantaya gidip, mercimek çorbası içtim. Garsona Milli Eğitim Müdürlüğünü
sordum. Lokantaya yakın bir yerde idi Milli Eğitim. Karnımı doyurduktan sonra
garsonun tarif ettiği yere gidip, merkezi bir okula depo tayinimi yaptırdım.
Esas tayinler Eylül'de
belli olacaktı.
Muş’u ilk gördüğümde bir
şehirden çok bir kasabayı andırıyordu. Fazla gelişmemişti. İlçemiz Alaca’dan
hiç farkı yoktu. Yollar hep stabilize toprak yoldu.
Cadde kenarlarında
satılan ala-bula karpuzlar ve burcu burcu kokan kavunlar ilgimi çekti. Öğleden
sonra küçüklerinden hem karpuzdan hem de kavundan satın aldım. Bir kenarda
oturup, somun ekmekle karnımı doyurdum.
Muş’tan Ankara’ya sadece
günde bir otobüs akşam saatlerinde kalkıyordu. Otobüsün hareket saatine kadar
Muş’un merkezinde bir yabancı olarak gezindim durdum. Akşam saatlerinde otobüse
binip Ankara’ya , oradan da Alaca’ya geldim.
Eylül ayında Muş’a gittiğimde
tayinimin Malazgirt ilçesinin Balkaya Köyü’ne çıktığını öğrendim.
Muş’tan Malazgirt
ilçesine uzun burunlu çok eski ve taka bir otobüse bindim. Alaca’mızda da bu
uzun burunlu otobüslerden vardı o yıllarda. Şimdi bu otobüsler tarih oldu.
Bindiğim arabanın tekerleri;
yolun bozuk olmasından mı tekerlerin benim kafam gibi kabak olmasından mı
anlayamadım, tam üç kere patladı.
Malazgirt’e giderken
otobüsün camından dışarı baktım. Tabiat çok kötü görünüyordu. Toprak ve kayalar
insana korku veriyordu. Kayalarda çok sayıda kara delikler vardı. Yanımda
oturan şahsa kara delikleri sordum. Bana onların mağaralar olduğunu ve bu
mağaralarda insanların yaşadığını söylediğinde irkildim.
"Allah bile buraları
sevmemiş (Tövbe hâşâ). Ben nasıl öğretmenlik yapacağım Malazgirt’te?" diye
kara kara düşünmeye başladım.
Taşlar sıcaktan kapkara
olmuş, insanın içini karartıyordu. Alaca’mızın o güzelim boz toprakları ve
yalçın kayalıkları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiverdi.
Altı saat olmuştu Muş’tan
ayrılalı, henüz Malazgirt’e gelememiştik.
Doğduğum topraklar
buralara göre bir Cennet’ti sanki...
Daha ilk öğretmenliğe
başladığım günlerde ilçem buram buram burnumda tütmeye başlamıştı.
Bir yandan da
“Endişelenme. Buralarda senin vatanın. Ne oldu sana Şükrü? Kendine gel. Hani
Türk bayrağının dalgalandığı her yerde sen göğsünü gere gere görev yaparım
diyordun. Sen gelmezsen, o gelmezse bu insanlarımızı kim eğitecek? Kim
okuma-yazma öğretecek? Kim bu vatanın bayrağını, marşını, öğretecek? Sen
gelmezsen bir başka birileri gelir, bu vatanın bayrağını, marşını değil de,
başka bayraklar, başka marşlar öğretir.” diye, kendi kendimi teselli etmeye
çalışıyordum.
Kendimi ne kadar da
teselli etmeye çalışsam da; içimdeki endişe ve korku bir türlü gitmedi.
İnsanlar, Türkçe
konuşmuyordu; daha kolay olduğundan kendi aralarında ana dilleri Kürtçeyi
tercih ediyorlardı. Soru sorduğumda veya bir şey istediğimde bazıları bozuk bir
Türkçe ile karşılık veriyorlardı.
Küçük çocuklar ise hiç
Türkçe bilmiyordu. Bu topraklarda o yıllarda Türkçe ikinci planda idi.
Muş’a ilk indiğimde,
Türkçe konuşmayan çok sayıda insanlarla karşılaştığımda şaşırmış, bir başka
ülkeye geldiğimi hissetmiştim.
Vatanımın topraklarında
Türkçe konuşamayan kalabalık bir topluluğu ilk defa o zaman bizzat gözlerimle
görmüş ve çok üzülmüştüm….
Bu anımı yazdığım
12.7.2010 tarihinde, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Meslek
Yüksek Okulları temel atma törenlerine katılmak için geldiği Yozgat’ta, "Devlet
olarak eğitime yeteri kadar önem verilmediğini, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün
Nijerya ziyaretine katıldığını, orada Türk okulları olduğunu, Nijeryalıların
Türkçeyi öğrendiklerini fakat Hakkâri’dekine, Diyarbakır’dakine halen Türkçeyi
öğretemediklerini, bu durumun devletin eğitime yeteri kadar önem vermemesinden
kaynaklandığını ve bedelini de ağır ödediğini" dile getirmişti..(www.beyazgazete.com/haber/2010/07/12/)
Ne acıdır ki
Nijeryalılara ve bir çok yabancı ülkelerde Türk Milletinin adını kullanarak
açtıkları bu okullarda "Ecnebi çocuklarına benim güzel Türkçe'mi,
İstiklal Marşımı öğretiyorlar " diye övdüğüm bu cemaatin, birer
vatan haini olduklarını, 15 Temmuz 2016 tarihinde çok iyi anladık.....
Hâlâ Doğu illerimizde dil
konusunda değişen bir şey yok!…..
Fazla olarak da
“Yıllardır devam eden ve bir türlü çözülemeyen kanlı bir terör var ; bu
güzelim topraklarda!…..”
Ne acı değil mi?
Devamı haftaya….